09.00 – Sabah uyanıp pencereden baktığımızda insanların kat etmek için birçok zorluğu aştığı, şehrin çevresini sarıp sarmalamış sisli tepeleriyle ve neredeyse kentin kendisi kadar ünlü olan yağmuruyla karşılaşıyoruz. Pek şaşırtıcı değil, çünkü gelmeden evvel kulağımıza da çalındığı üzere yağmur burada sık sık yağıyor.

10.00 – Kahvaltıdayız. İspanyollar kahvaltıda genellikle kahveyle tatlı yiyecekleri tercih etseler de, biz evvela İspanyol yumurtasını deniyoruz. Tadı bizim alıştığımız yumurtanınkinden epey farklı; içindeki siyah zeytin, kırmızı biber, soğan gibi muhteviyat bu omleti daha ilginç kılıyor. Churros (kendisi bizdeki halka tatlıyı andırsa da ondan daha şerbetsiz, ayrıca çikolatalı sos, pudra şekeri gibi tatlılara bulanarak da yenebiliyor) kahvaltıda tadına baktığımız yiyecekler arasında.
11.00 – Yüksek bahçe duvarlarına salyangozların tutunduğu, yan yana dizilmiş iki katlı evlerin arasından geçerek Parque de Belvis’e varıyoruz. Belvis, Galiçyacadaki “Bela Vista”dan (Türkçede “güzel manzara” manasına geliyor) türetilen bir kelime. Koskocaman ve yemyeşil Belvis Parkı, ismine yaraşır bir biçimde şehrin güneyine doğru uzanıyor. Parkta yürüyüş yapan, alışverişe ya da kiliseye giden, evcil hayvanlarını yürüyüşe çıkarmış olan insanlara rastlayıp biraz sohbet etme şansına erişiyoruz. Öğreniyoruz ki, yakınlarda halkın evcil hayvanlarını sıklıkla götürdüğü bir “Dog Park” da varmış. Daha sonra parkın kuzeyine doğru seyreden yürüyüş yolunda ufak bir yokuşu tırmanıp tepedeki bir noktaya varıyor ve ileride boylu boyunca uzanan eski şehrin manzarasına, karşıdaki tepelerin üzerinde dans eden beyaz/gri bulutlara ve “Catedral de Santiago de Compostela”ya bakıyoruz. Manzara, parkın isminin neden böyle olduğunu kanıtlar fevkaladelikte.
12.00 – Belvis Parkı’nın yakınındaki pazara, “Mercado de Abastos”a uğruyoruz. Okul gezisine gelmiş küçük öğrencilerin dahi yanımızdan geçerken ilgiyle izlediği bu renkli pazar yerinde, Galiçya’nın onlarca meşhur deniz ürününden et/süt ürünlerine, envai çeşit çiçekten taze sebzelere kadar birçok ürüne rastlamak mümkün. Yerel halktan birçok insan, genci yaşlısı, gelip pazarda alışveriş yapıyor. Bazılarının koskocaman balıkları, dev mürekkepbalıklarını, ıstakozları hiç temizletmeden, öylece satın alması ilgimizi çekiyor. Pazarda çalışan insanlar da ziyadesiyle meşgul, ancak siz bir şeyler sormak için/satın almak için durduğunuzda hemen size yönelecek kadar da ilgililer. Alışverişimizi yapıyor, tezgahlardaki ilginç balıkları inceliyor, sonra da pazardan ayrılıyoruz.
13.30 – Nihayet o mükemmel eski şehre varıyoruz. Caddeye adım attığımızda, bizi “Convento de San Francisco” tüm heybetiyle, içeri buyur edercesine karşılıyor. San Francisco Caddesi’nde yürümeye başladığımızda, soldaki dükkanların birinden çıkan iki Santiagolu, bize tatmamız için Tarta de Galicia (bademli bir tür kek) ve Caprichos de Santiago (yine içinde badem olan lezzetli kurabiyeler) dolu bir tepsi uzatıyor. Dönüşte mutlaka uğrayacağımızı söyleyerek teşekkür ediyor ve yanlarından ayrılıp yürümeye devam ediyoruz.

Müthiş Santiago de Compostela Katedrali görüş alanımıza girdiğinde bir an duraksıyoruz. Devasa katedral olanca heybetiyle yükselip onu gören herkesi şaşkına çevirmeye yemin etmiş gibi nutkumuzun tutulmasına sebep oluyor. Kadraja giremeyecek kadar büyük katedralin çevresini, 18. yüzyılda inşa edilen ve Fransız Carlos Lemaur tarafından dizayn edilmiş “Palacio de Raxoi”, tepesinde “Nuestra Señora de las Angustias”ın heykelini görebileceğiniz San Fructuoso Kilisesi ve asırlardır açık olan “Colegio de San Jeronimo” sarıyor. Biz de Katedral’in önünde uzanan meydan “Praza do Obradoiro”da biraz dolanıp hem Katedral’i, hem diğer eserleri inceledikten sonra, içeri girmeye karar veriyoruz.
14.00 – Görüyoruz ki, bu şahane katedralin içi de dışı kadar şaşaalı. Öyle şaşaalı ki; şapeli, üstünde “Yo soy el pan de la vida” yazan sunağı, dev avizeleri, sütun ve varakları, oyma ve işlemeleri incelerken etkilenmemek mümkün değil. Katedral “Camino de Santiago” olarak bilinen ve İngilizcede “The Way of Saint James” olarak anılan uzun hac yürüyüşünün son durağı, aynı zamanda da bahsi geçen Aziz James’in mezarı. Bu yüzden de Katolik Hıristiyanlar için büyük önem arz ediyor. Şehrin muhtelif yerlerinde sırtında kocaman çantalar, ayaklarında çamurlu ayakkabılarla yürüyen birçok hacıya da, üzerinde “Camino de Santiago” yazılı tişörtten kupaya birçok hediyelik eşyaya da rastlamanız olası.
16.30 – Yakındaki bir restorana uğrayıp İspanyolların meşhur yemeği Paella ile öğünümüzü geçirdikten sonra, nihayet, 1985’te UNESCO’nun Dünya Mirasları Listesi’ne müdahil olan eski şehri gezip dolaşma şansına nail oluyoruz. Yerel halkın dilinde “Ciudad Vieja”, dapdar sokakları, heykel ve çeşmeleri, kiliseleri ve meydanları ile adeta büyüleyici bir serüven vadediyor. Her köşesinde farklı bir sürprize vakıf olabileceğiniz sokakları gezerken, birçok hediyelik eşya dükkanına, hem yerel/yöresel hem uluslararası tatlara (döner bile bulabiliyorsunuz mesela) rastlayabileceğiniz restoran, dükkan ve şarküterilere, sokak müzisyenlerine, bağırarak neşeyle konuşan ve gülüşen halka karışıp kendinizi bir şekilde geçmişe gitmiş gibi hissediyorsunuz. Biz de, cadde ve sokaklarda dilediğimizce dolanıyor, postaneye uğrayıp yakınlarımıza kartpostal gönderiyor, şarküterilere girip yerel peynirleri tadıyor, heykelleri inceledikten sonra birkaç dükkana girip anı mahiyetinde hediyelik eşyalar alıyoruz.
19.30 – Bayağı dolaştıktan sonra iyiden iyiye acıktığımızı fark edip soluğu İspanya’nın ünlü “tapas bar”larından birinde alıyoruz. En kısa tabirle İspanyol mezesi olarak tanımlanabilecek Tapas, soğuk ya da sıcak tüketilebilen, etli, deniz ürünlü, sebzeli, turşulu ve zeytinli çeşitlerini bulabileceğiniz ufak atıştırmalıklar oluyor. Tapas Bar’a girip içeceklerimizi sipariş ettikten sonra, büyük bir tezgaha yan yana dizilmiş onlarca değişik çeşitteki tapas’tan dilediğimizi/bize ilginç gelenleri seçiyor, ortaya da (bu yörede sıklıkla tüketilen) kalamar ve (İspanyolcada “ahtapot” manasına gelen ve Santiago de Compostela’ya gelindiği vakit kesinlikle denenmesi gerektiği çoğu gezi yazısında belirtilen) Pulpo söylüyoruz. Denediğimiz etli, balıklı, sebzeli tapas’lar da, baharatlı pulpo da harikulade, ama yarışı kazanan kesinlikle taptaze kalamar oluyor. Şarapseverler Galiçya’ya özgü Albariño şarabını deneyebilirler.
21.30 – Akşam yemeğinin akabinde, biraz daha dolaşmaya, birkaç dükkana daha uğramaya, söz verdiğimiz gibi gidip bademli kurabiyelerden almaya karar veriyoruz. Müthiş bir gün geçirdiğimizden, eğlenmeyi kesinlikle çok iyi bilen Galiçyalılar’ın arasında olduğumuzdan, yediğimiz lezzetli akşam yemeğinden kelli çok mutlu ama gözümüz arkada ayrılacağımızı bilerek dar, birbirine sokulmuş gibi duran sokaklarda dolaşıyoruz son kez. Otele dönmeden önce de aklımızdan şansımız olursa bir daha bu şehre gelmeyi isteyeceğimiz geçiyor, zira Santiago de Compostela küçük olmasına rağmen dopdolu, her köşesi sürprize gebe ve en az bir ziyareti hak edecek kadar şahane bir şehir.

Santiago de Compostela’yı ziyaret etmeden önce:
İzleyin
Martin Sheen ve James Nesbitt’in başrolde oynadığı 2010 tarihli “The Way”, oğlu vefat ettikten sonra onun “Camino de Santiago”daki hac yolculuğunu tamamlamaya karar veren bir babanın dramatik öyküsünü anlatıyor. Ama “hayır, ben İspanyol yapımı bir filmi tercih ederim” diyenlerdenseniz, size H.P. Lovecraft’ın hikayesinden uyarlanan 2001 yapımı korku/gerilim filmi “Dagon”u önerebilirim.
Dinleyin
Blues müziği sevmeseniz bile, fena halde eğlenceli grup “Bakin’ Blues Band”e bir kulak verin, derim. Hatta şanslıysanız belki Santiago de Compostela’da olduğunuz vakitte konserlerine bile rastlarsınız.
Okuyun
Tarihi roman hayranları tarafından pek sevilen İngiliz yazar Bernard Cornwell’in romanı “Sharpe’s Rifles”, özellikle tarihi baz alan kitapları seviyorsanız iyi bir seçim olabilir. Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun 1986 yılında çıktığı ve Piraneler’den Santiago de Compostela’ya uzanan 700 kilometrelik hac yolculuğunu anlattığı romanı “Hac” ise şehirde karşınıza çıkacak hacıları daha iyi anlamanızı sağlayacak bir eser.