Şüphesiz ki milyonlarca insanı Londra’ya çeken birden fazla faktör var. Dünyanın dört bir yanından gelen insanlar Londra’da aradıkları her şeyi bulabilirler. Londra önemli bir ticaret merkezi olma özelliğini sürdürürken,sanat, moda ve sporun da başkenti olmuş durumda. Londra’da hemen her caddede bir tiyatro salonuna ya da opera binasına rast gelmeniz mümkün. Londra Moda Haftası’nda dünyaca ünlü markalar podyumlarda boy gösterirken milyonlarca meraklı gözünü Londra’ya çeviriyor. Tüm bunların yanında spor müsabakaları da insanları Londra’ya çeken etkenlerin başında geliyor. Londra bir yandan Arsenal, Chelsea ve Tottenham gibi ünlü futbol takımlarını dünya sahnesine sunarken, diğer yandan da tenis sporunun en eski ve en prestijli turnuvası olan Wimbledon’a ev sahipliği yapıyor.
Londra, tatiliniz sırasında modadan sanata, mimariye ve alışverişe kadar her şeyi bulabileceğiniz, içinde yaşayabileceğiniz günler sunuyor. Ancak hepsi bu değil, Londra’da tatile gittiğimizde gözden kaçırdığımız birçok şey var. Kısa bir mola ve dinlenme belki. Kimisi için de bir kaçış.
Londra’nın parklarından bahsediyorum, her şeyin içinde ama aslında her şeyden uzakta olan parklarından. Londra’nın bu konuda bizlere sunduğu bir ayrıcalık var; sıradan bir gün geçirmek! Büyükşehir denilen kara kutular insanları içine hapsederken diğer yandan doğayı ve yeşili dışlıyor. Koşuşturmaca ile geçen günlerde insanlar yeteri kadar dinlenme ve kendini dinleme fırsatı bulamıyor. Sıradan bir gün düşleyin: sabah erken kalktığınızı, bir parkta piknik yaptığınızı, günlük streslerden ve tüm elektronik aletlerden uzakta olduğunuzu, sadece mutlu olmak için tüm gününüzü sevdiklerinizle beraber geçirdiğinizi. Ve tüm bunları yapmak için şehirden kilometrelerce uzaklaşmak zorunda olmadığınızı düşleyin! Anlatmak istediğim tamamen kendinize ayrılmış bir gün; sıradan, özelliği olmayan bir gün aslında. Şehrin kötülüklerinden uzakta, sevdiklerinizle beraber, bir anlığına olsa bile her şeyden uzakta, mutlu.
Londra’nın tüm güzelliklerinin yanında, bana kalırsa insanlara sunduğu en özel şey onların uzaklaşmalarını ve kendilerine vakit ayırmalarını sağlayacak yeşil alanlarıdır. Yüzölçümünün yüzde 30’u yeşil alanlarla kaplı Londra’da kimisi kraliyet ailesine, kimisi de belediyeye ait tam olarak 143 tane irili ufaklı park bulunuyor. Şehrin monotonluğundan, koşuşturmasından sıkıldıysanız Londra’nın size bir sürprizi olacak.

Londra’da, tamamen kendinize ayırdığınız, dinlendiğiniz, sıradan bir gün geçirmeye ne dersiniz? İşte bu noktada Londra yüzyıllık parklarıyla sizi ağırlamayı bekliyor.
Londra ve park denilince akla ilk olarak Hyde Park ve bitişiğindeki Kensington Gardens geliyor. New York’un Central Park’ıyla beraber dünyanın en bilinen parklarından biri olan Hyde Park, Londra’nın en büyük parkı değil ama en çok ziyaret edilen ve vakit geçirilen parkı. Ancak size kötü bir haberim var! Londra’nın parklarını dolaşmaya kalktığınızda maalesef günübirlik bir tur yapamazsınız, hepsine en az bir gün ayırmalısınız. Bu açıdan hem ulaşım kolaylığı, –zira Hyde Park etrafında 5 farklı metro istasyonu yer alıyor.– hem de yanı başındaki Green Park ve St. James Park’ı da ziyaret etme olanağı olması Hyde Park’ı ön plana çıkarıyor. Bunların yanında Londra Hayvanat Bahçesi’ni de içinde barındıran Regent’s Park bir başka önemli park olarak ön plana çıkıyor. Şehirden iyice uzaklaşmak ve doğal yaşamı gözlemlemek için Richmond Park ve 600 yıllık geçmişiyle Londra’nın en eski parklarından biri olan Greenwich Park mutlaka ziyaret etmeniz gereken parklar arasında yer alıyor.
Londra’daki kraliyet parklarından en çok ziyaret edilen Hyde Park’ı bir baştan diğer başa dolaşmak saatlerinizi alabilir. Kensington Bahçeleri ile birleşince Monaco Prensliğinden daha büyük bir yüzölçümüne sahip olduğunu söylersek -253 hektar- işin ciddiyeti anlaşılabilir. Bununla beraber bu yeşil cenneti daha hızlı gezmek isteyenler için kapılarda bisiklet kiralama seçeneği bulunuyor. Kraliçe Elizabeth Kapısı olarak da bilinen ve 1800’lerde inşa edilen “Grand Entrance” parkın ana giriş kapısı olsa da birçok noktadan parka giriş yapmak mümkün. Parkın geçmişi 1500’li yıllara kadar dayanıyor, ancak o tarihlerde yalnızca kraliyet ailesinin avlanma ve dinlenme alanı olarak kullanılırken 1600’lı yılların ortalarında halkın kullanımına açılmış ve günümüze kadar gelmiş.
Parkın herhangi bir yerinden içeri girdiğiniz an, arkanızdan bir kapının kapandığını hissedeceksiniz. Dikkatli olun, adeta büyülü bir dünyaya adım atıyorsunuz. Londra’nın sıkışık ve gürültülü trafiğinden tamamen yeşil, dingin, huzur verici bir dünyaya giriyorsunuz. İlk adımınızla beraber dünyadan ilişiğiniz kesiliyor ve o atmosfer sizi içine çekiyor. Burada yüzyıllık ağaçları, etrafta oyun oynayan sincapları, içindeki göllerde yüzen kuğularıyla ayrı bir dünyadan söz ediyoruz. Parkta tüm gün sakince yürüyebilir, bisiklete binebilir ya da kendinize ulu bir ağaç seçip gölgesinde kitap okuyabilirsiniz. Aileniz ve sevdikleriniz ile piknik yapabilir, ata binebilir, hayvan dostlarınıza hiç unutamayacağı bir gün yaşatabilirsiniz. Serpentine Gölü’nde sandal veya su bisikleti sürebilir, yorulduğunuzda kıyısındaki kafelerde kahvenizi yudumlayıp doğanın keyfini, huzuru, mutluluğu doyasıya hissedebilirsiniz. Ne yapmaya karar verecek olan sizsiniz. Benim garanti edebileceğim tek şey, eşi benzeri olmayan bir gün geçireceğiniz.

Speakers’ Corner parkın en meşhur noktalarından birini oluşturuyor. Kraliyet döneminde İngiliz topraklarına basan herkes söylediklerinden dolayı yargılanabilir ve cezaya çarptırılabilirdi. Speakers’ Corner’i ünlü yapan o bölgeye tanınmış ‘düşüncelerin özgürce açıklanması’ ayrıcalığı diyebiliriz. Tabii ki bunun yasal bir dayanağı yok, ancak Hyde Park’ın Speakers’ Corner bölümünde çıkacağınız bir yükselti üzerinde –Dikkat! Toprağa ayağınızın değmemesi gerekiyor.- yapacağınız bir konuşma içeriği ne olursa olsun aleyhinizde kullanılamaz! En azından tam 100 yıldır orada yapılan en sert siyasi konuşmalar sonucu bile tutuklanan hiç kimse olmamış! Bu nokta özellikle de Soğuk Savaş döneminde oldukça hararetli siyasi konuşmalara ev sahipliği yapmış. Günümüzde eski siyasi tartışmalar pek görülmese de burada aklınıza gelebilecek her şeyi söylemekte serbestsiniz, ancak siz yine de kraliçe hakkında konuşurken kelimelerinizi dikkatli seçin, İngilizlerin kalbini kırmak istemezsiniz. Tüm siyasi tartışmaları ve konuşmaları bir kenara bırakırsak, Speakers’ Corner çok güzel anıların başlangıcına da yol açabilir. Sanırım ilan-ı aşk etmenin en güzel yerlerinden birindesiniz. Bu tarihi alandan güç alarak aşkınızı Londra’ya haykırmak istemez misiniz? Sonucu beklediğiniz gibi olmazsa da üzülmenize gerek yok, çünkü Speakers’ Corner’dasınız, ve burada hiç kimse söylediklerinden sorumlu tutulamaz, siz aslında hiçbir şey söylemediniz!
Kitap okumak için parkın içinde yer alan ve her biri neredeyse 500 yıllık olan ulu çınar ağaçlarından birinin gölgesini seçebilirsiniz. Ancak benim size başka bir tavsiyem olacak: Küçük bir suyolunu andıran parkın yeni anıtlarından Diana Memorial Fountain gerçekten huzur verici bir ortam sunuyor. Suyun sesinin verdiği dinginlik hissi paha biçilemez bir ortam yaratıyor. Kitap okumasanız bile bu dinlendirici atmosferde bir mola vermek isteyebilirsiniz. Parkın geri kalanına kıyasla ortama sessizlik ve sakinlik hakim durumda. Bu durumu bozmamanız gerekiyor. Ancak bu kural çocuklar için geçerli değil, su da çimenler de onlar için yaratılmış.

Kensington Bahçeleri’ne adını veren Kensington Sarayı Galler Prensesi Leydi Diana’nın konutu olarak kullanılıyordu. Paris’te geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybeden Leydi Diana’nın ardından adeta renklerin birbirleriyle dans ettiği bir çiçek bahçesine dönen sarayın kapısı bir renk cümbüşünü andırsa da aslında derin bir hüznü yansıtıyordu. Bugün de o hüznü hala saray etrafında ve parkta hissetmeniz mümkün. Bu durum parkın ruhuna da yansımış; Kensington Bahçeleri daha sakin ve dinginken, Hyde Park tarafı daha canlı ve hareketli.
Bu sakinliği görmek için İtalyan Bahçeleri’nin huzur verici ortamını görmek isteyebilirsiniz. 150 yıllık geçmişi olan bahçenin Prens Albert tarafından sevgilisi Kraliçe Victoria için yaptırıldığı söyleniyor. İtalyan Bahçeleri, küçük göleti ve çeşmeleriyle aşıklar için romantik bir ortam yaratıyor. İtalyan Bahçeleri’ne kadar gelmişken bir an olsun çocukluğunuza yolculuk etmeye ne dersiniz? Peter Pan ve sevgili dostu Tinkerbell tam 100 yıldır İtalyan Bahçeleri’nin yakınındaki mütevazi köşelerinde ziyaretçilerini ağırlıyor. Çocuklarınıza güzel dakikalar yaşatabileceğiniz gibi o anlarda bırakın içinizdeki çocuk dışarı çıksın. Peter Pan’ın anıtı büyümek istemeyen yetişkinlerin bir kez daha geçmişe yolculuk etmesini sağlayacak.
İngilizlerin Leydi Diana’ya olan bağlılığı hem Kensington Bahçeleri’nde hem de Hyde Park’ta görülebiliyor. Diana’nın çocuklara olan sevgisi ve onlar için yaptığı çalışmalar, Diana adına yapılan anıtlarda öncelikle çocukların gözetilmesine yol açmış. Diana Memorial Playground her yıl yüzbinlerce çocuğun oyun oynadığı bir park olarak dizayn edilmiş. Ortasında büyük bir korsan gemisi bulan park çocuklar için bir harikalar diyarını anımsatıyor. Tatillerinizde yalnızca kendiniz için değil, çocuklarınız için de gezmelisiniz. Dolayısıyla bu oyun parkında bırakın gönüllerince eğlensinler.
Hyde Park ve Kensington Park ziyareti ardından rotanız Green Park ve St. James Park olabilir. Bu iki parkın ilginç bir hikayesi var. On altıncı yüzyılda İngiliz ve İspanyol veliahtlarının evlenmesine karşı bir ayaklanma buradan, Green Park’tan çıkmış. Sonraki dönemlerde buna mı sinirlenmiş bilinemiyor ama II. Charles parkın etrafındaki arazileri satın alarak günümüzdeki haliyle St. James Park’ı yaratmış. St. James Park kraliyet ailesinin konutu olan Buckingham Sarayı, ayrıca Parlamento Binası ve St. James Sarayı’yla çevrili olup İngiltere tarihi için önemli bir yere sahip. Green Park ise daha çok ofis çalışanlarının, piknik yapan ailelerin, yürüyüş yapan insanların ve koşucuların uğrak yeri durumunda. Bu iki park arasındaki fark bir bakıma halk ile kraliyet ailesi arasındaki farkı yansıtıyor.

Birbiriyle iç içe olan bu dört farklı parkı gezmenin bir yolu daha var, kısıtlı zamanı olanlar için bu yol daha iyi olabilir. Yaklaşık on iki kilometrelik parkuruyla Diana Memorial Walk dört parkı da içine olan ve parklar içindeki hemen hemen tüm saray, anıt ve eserleri görülebileceğiniz bir rota sunuyor. Yine de kendinizi yeşilin büyüsüne kaptıracağınıza eminim, dolayısıyla siz acele etmektense keyif almaya bakın.
Regent’s Park da Hyde Park gibi Londra’nın en çok ziyaret edilen parklarından biri. Tarihi 17. yüzyıla dayanan parka son şeklini John Nash’ın verdiğini söylersek İngilizlerin bu konuda ne kadar hassas olduğunu anlatabiliriz sanırım. Regent’s Park insanlara yalnızca yeşili değil aynı zamanda bir yaşam alanı sunmasıyla da diğer parklardan biraz farklılaşıyor. Gün içinde yeşilin tadını çıkarabilir akşam olunca da parkta yer alan onlarca kafe ve restoranda şık bir akşam yemeği yiyebilirsiniz. Spor aktiviteleri için Londra’daki en geniş alanı sunan parkın Londra Hayvanat Bahçesi’ne –dünyanın en eski hayvanat bahçesi– ev sahipliği yaptığını da belirtmemiz gerekir. Ayrıca park içinde yer alan Waterfowl’da onlarca kuş türünü gözlemleme olanağına sahipsiniz. Eğer şanlıysanız park içinde yer alan Açık Hava Tiyatrosu’nda bir oyuna bile denk gelebilirsiniz. Bu şansa sahip olmak için gezinizi mayıs ve eylül ayları arasında planlamanız gerektiğini hatırlatalım. Yapmak istediğinizi planlarsanız çimlerinde piknikle başladığınız gününüze spor aktiviteleriyle devam edip gününüzü açık hava tiyatrosunda izleyeceğiniz bir performans ile sonlandırabilir ve unutulmaz bir gün geçirebilirsiniz.
Şehirden iyice uzaklaşmak ve doğal yaşama daha yakın olmak için Londra’nın en büyük parkı Richmond Park’ta da keyif dolu bir gün geçirebilirsiniz. Ancak parkta karşınıza geyik çıkarsa sakın şaşırmayın! Koruma altındaki doğal yaşamı şehrin bu kadar içinde keşfetme şansı bulabileceğiniz ender yerlerden birindesiniz. Regent’s Park gibi Richmond Park da doğa fotoğrafçılığı meraklıları için oldukça zengin bir ortam sağlıyor.
Londra’nın en eski parklarından biri olan Greenwich Park aynı zamanda da en küçük kraliyet parklarından biri. “Sıfır Meridyen Çizgisi”nin geçtiği noktaya konumlandırılan parkta Kraliyet Gözlemevi de görülmeye değer yapılar arasında yer alıyor. Bununla beraber enfes bir Thames Nehri ve St. Paul’s Katedrali manzarası için tek yapmanız gereken gün batımında Greenwich Park’ta bulunmak!

Londra’daki parklar hakkında kitaplarca yazı yazılabileceği gerçeğini kabul etmek gerekir. Ne kadar yazılmaya gayret edildiyse de bu yazı gibi diğer tüm yazılar da parkların güzelliğini ve büyüsünü anlatmakta yetersiz kalacaktır. Yapılması gereken gidip yerinde tecrübe etmek ve ‘o an’ı yaşamaktır. Alternatif bir tatil arayanlar için Londra, geriye kalan tüm güzelliklerinin yanında parklarıyla çok şey vaat ediyor. Hyde Park ve The Regents Park koşulsuz herkesin görmesi gereken yerler arasında yer alırken tercihlere göre bilime merak duyanlar ve güzel bir gün batımı görmek isteyenler Greenwich’i daha fazla doğa diyenler Richmond Park’ı ziyaret edebilir. Green Park ve St. James Park da Hyde Park’a yakınlıklarıyla gelmişken görmeden dönmeyelim dedirtecektir. Ancak tabii ki tüm parklar bunlarla sınırlı değil; daha keşfedilmeyi bekleyen onlarca park, onlarca güzellik var. Tek yapmanız gereken kendi hayalinizi yaşamaya başlamak.
İçinde yeşilin olduğu sıradan bir güne doğru…