Yüzyıllardır gerek doğasının güzelliği, gerek altın, elmas gibi madenleri ve doğal zenginlikleri ile burası Batılı ülkelere hep cazip gelmiş ve uzun yıllar sömürge olarak kullanılmış. Bu nedenle olsa gerek, yerlileri şehri “dünyanın merkezi”, “dünyanın geldiği yer” gibi ifadelerle tanıtıyorlar. Cape Town’a “2 okyanusun birleştiği, Afrika’nın en uç burnu” diyebiliriz; daha aşağı indiğinizde artık Antarktika’ya ulaşıyorsunuz. Cape Town aynı zamanda Afrika’nın en gelişmiş ve en modern yeri.
Birbirine yakın boylamlarda olduğumuz için Cape Town saat dilimi olarak Türkiye ile aynı, ancak Güney yarım kürede yer aldığından Türkiye ile tam tersi mevsimleri yaşamakta. Mesela, Türkiye’de yaz iken Güney Afrika kışı yaşıyor. Bana sorarsanız oraya gitmek için en ideal mevsim bahar ayları. Yazları kavurucu sıcakta gezmek zor olacağından; gündüzleri ılık-sıcak, akşamları serin olan bahar ayları seyahat için doğru zaman. Deniz sevenler bahar aylarında da denize girebilir, deniz suyu geç soğuduğundan halen sıcak olacaktır.
Güney Afrika Cumhuriyeti yakın zamana kadar şiddetli ırkçılığın hakim olduğu ve yerli Afrikalıların hiçbir hakkının bulunmadığı bir ülke iken, halkın kaderi 1991 senesinde Nelson Mandela sayesinde değişmiş. Seçme ve seçilme hakkı kazanmalarıyla yerliler de yönetimde etkinlik göstermeye başlamış. Şu anda çoğunluğu aslen İngiliz, Hollandalı, Fransız ve Alman olan Güney Afrikalı beyazlar ile buranın yerlisi Afrikalılardan oluşan karma bir parlamento tarafından yönetiliyorlar. Irkçılığın bittiği söylense bile siyahlar ve beyazlar arasındaki farklılık halen hissediliyor, özellikle yaşam tarzları arasındaki fark bariz kendini gösteriyor. Dilleri İngilizce ve Hollandaca karışımı bir dil. Şehirde yaşam tarzı olarak en uç noktaları görmek mümkün; çok fakir olan bir kesim (genellikle eğitimsiz, yerli Afrikalılardan oluşuyor) teneke barakalarda ortak tuvaletli mahallelerde sefil bir halde yaşarken, bir kesim de son derece lüks havuzlu sitelerde yaşam sürdürüyor. Bu lüks evler genellikle elektrikli tellerle fakir mahallelerdeki insanlardan korunuyor.
Safari için burada fazla heveslenmeyin, çünkü aslında Cape Town ve çevresinde gerçek bir safari alanı yok. Günü birlik turlara katılırsanız küçük bir milli park içinde gezip yavru aslanları besleyebilirsiniz. Gerçek bir safari deneyimlemek istiyorsanız birkaç günlük turlara katılarak ülkenin kuzeyindeki Kruger Parkı veya yakınlarındaki özel reserve’lere gitmelisiniz. Afrika’da safari daha çok Orta Afrika’ya doğru Savanalar bölgesi taraflarında yapılıyor.
Cape Town ve çevresinde gezilmesi görülmesi gereken pek çok yer var; olmazsa olmaz denilen en önemlilerini sıralayalım.
Cape Town içinde;
Table Mountain

Burası yüksekliğine rağmen üzeri aynı bir masa gibi dümdüz bir dağ olmasından dolayı Masa Dağı adını almış. Dünyanın en eski deniz dağı olduğu söyleniyor. Yaklaşık 520 milyon yıllık yaşı ile Himalayalar’dan bile eski imiş. Bu formunu denizin altında almış, suların çekilmesiyle bir dağ haline gelmiş ve zaman içinde rüzgarlar sayesinde tepesi iyice tıraşlanıp bugünkü masa görüntüsüne ulaşmış. 1.086m yüksekliğinde. Bir taksi tutarak önce teleferik alanına ulaşmanızı, ardından teleferiğe binerek Masa Dağı’nın zirvesine çıkmanızı öneririm. Cable Car dedikleri teleferik oldukça büyük bir odacık şeklinde tasarlanmış, zirveye çıkarken 360 derece dönerek yükseliyor, böylece herkes tüm açıdan çevreyi izleyebiliyor. Zirveden manzara muhteşem, tüm Cape Town ve çevresi ayaklarınızın altında ve kendiniz bulutların içindesiniz. Yüksek nem ve sıcaklıktan dolayı bu dağın tepesinde hep sis bulutları oluşuyor, her gün öğleden sonra bu sis bulutları dağın üzerinden aşağı doğru bir şelale gibi akarken muhteşem bir görüntü oluşuyor. Table Mountain’in hemen önünde yandan aynen bir aslan kafasına benzediği için Lion Head Mountain denilen küçük bir dağ daha göreceksiniz, burada da ziyarete açık İngilizlerden kalma tarihi bir sinyal kulesi var.
V&A Waterfront
Şehrin en hareketli, en turistik ve en eğlenceli bölgesi diyebilirim. İçinde marinası, eğlence merkezleri, alışveriş merkezi, otel, restoran, kafeler ve sokak göstericileri ile sahilde oluşturulmuş kocaman bir kompleks. Neredeyse her akşam gezmek ve yemek için adresimiz burası oldu. Sahilde sevimli fok balıklarının oyunlarını, gün batarken Table Mountain’in muhteşem renklere büründüğü eşsiz manzarasını izleyebilir, dönme dolaba binip Cape Town’a bir de kuşbakışı bakabilir, deriden ve tahtadan yapılmış etnik hediyelikler satan dükkanlardan hatıra ve hediyelik eşyalar alabilir, Victoarias Wharf denilen alışveriş merkezinde alışveriş yapabilirsiniz. Sahilde İngilizlerden kalma sarı renge boyanmış tarihi deniz fenerini ve Mandela ile beraber 27 yıl hapis yattığı arkadaşlarının toplu anıt heykelini göreceksiniz. Nelson Mandela’nın hapis yattığı Robinson Adası’na da buradan kalkan turlarla gidip gezebilirsiniz.
“Ocean Basket” isimli deniz ürünleri restoranında buraya özgü bir balık olan Hake balığı ve diğer balık çeşitlerini; midye, karides, kalamar, istiridye ve deniz tarağı gibi pek çok deniz ürününü çok uygun fiyatlarla yiyebilirsiniz. Biftek severseniz yine burada yer alan “Spur Steak House”yi öneririm. Yine buraya has Biltong denilen, bizdeki pastırmaya benzeyen, baharatlı kurutulmuş eti de deneyebilirsiniz. Biltong genellikle antilop etinden yapılıyor ancak inek ve sığır etinden yapılanları da var. Ayrıca sahilde dönme dolabın hemen yan tarafında köşede yer alan İtalyan kafesinde çilekli cheesecake yemeden dönmeyin sakın. Bu kafe aynı zamanda bir fırın olduğundan tüm ürünleri pek taze ve leziz, ama cheesecake çok meşhur. Sabahtan yapıyorlar öğlene kalmıyor benden söylemesi, ayrıca buraya özel kırmızı renkli bir çeşit çay olan Rooibos bitkisinden yapılan red velvet pastası da lezzetli bir deneyim olacaktır.
Long Street
Bu caddeye Cape Town’un eğlence bölgesi de denilebilir. Aslında cadde oldukça eski. Sömürge döneminde de önemli caddelerden biriymiş. Bu yüzden çok güzel kolonyal mimari örnekleri görebilirsiniz; hepsi de çok güzel korunmuş, rengarenk boyanmış ve bakımlı evler. Birçoğu şu anda restoran, kafe-bar veya otel olarak kullanılıyor. Turistlerin en yoğun kaldığı yer burası. Ancak kalmayı düşünenler için çok gürültülü bir yer olduğunu özellikle söylemeliyim, aynı zamanda gece Cape Town’daki güvenli bölgelerden biri. Caddenin sonunda bir de Türk hamamı yer alıyor.
City Hall
Mandela’nın hapisten çıkıp cumhurbaşkanı olmadan önce o meşhur balkon konuşmasını yaptığı eski belediye binası. Binanın önünde büyük bir meydan var: Grand Parade. Burada ne ararsanız görebilirsiniz; sokak kuaförleri, sokak terzileri, yerel yemekler satan büfeler, meyve tezgahları, gösteri yapan gençler… Aynı zamanda sömürge döneminden kalma tarihi kale de bu meydanda yer alıyor, kale şu anda müze olarak gezilebiliyor.
Muslim’s District

Güney Afrika inanç özgürlüğünün olduğu ve farklı dinlere mensup vatandaşların yaşadığı laik bir cumhuriyet. Cape Town’da her dinden insan görebilirsiniz; Müslüman nüfus da azımsanmayacak oranda (halkın yaklaşık %10’u). İngiliz sömürge döneminde Malezya ve Hindistan’dan getirilen Müslümanlar burada yerel halk arasında İslam’ı yaymış. Bugün Muslim’s District denilen Müslüman Mahallesi’nde çok bakımlı, temiz, rengarenk boyanmış müstakil evler ve küçük renkli minareli sempatik camileri ile gerçekten imrendirici bir bölge yaratmışlar. Evlerin ve sokakların fotoğraflarını çekmek için her gün turist grupları ve fotoğrafçılar buraya akın etmekte.
South African National Museum / Iziko Museums
Long Street’in hemen bir paralel caddesi üzerinde uzanan parkın içinde yer alıyor. Önce bu güzel parkın içinde bir yürüyüş yapın derim. Park göletler, havuzlar, kuğular, ördekler ve ağaçlardan atlayan yüzlerce sincaplarla dolu. Sincapların çoğu evcilleşmiş yanınıza kadar gelip yemek vermenizi bekliyorlar, hatta bazıları sevmemize bile izin verdi. 🙂 Ulusal Müze’ye sabah saatlerinde girseniz iyi olur, en az 3 saatinizi alacak bir müze. Okyanusa ve Afrika’ya ait tüm hayvanların gerçeklerinin doldurulmuş hallerini, dinozorların gerçek iskeletlerini ve fosilleri görebilir, bölgenin tarihi mirası hakkında bilgi edinip, tarihi eserlerini inceleyebilirsiniz. Müzenin hemen yanında da National Art Museum (Ulusal Sanat Müzesi) bulunuyor. Gözlerinizi ve ruhunuzu rahatlatacağınız bir gün geçirmek için buraya mutlaka gelmenizi tavsiye ediyorum.
Camps Bay
Masa Dağı’nın arka tarafında kalıyor, şehir içi otobüslerle ulaşabiliyorsunuz. Dağın eteklerinde kocaman adımlara benzeyen şekiller oluşmuş, bunlara “İsa’nın ayak izleri” dedikleri için Hıristiyanlar dağın o bölgesini kutsal görüyorlar. Dağ tarafı yemyeşil iken aşağıda sahil tarafı masmavi okyanus manzarası ile önünüze uzanıyor. Lüks villalardan oluşan bakımlı sahil evleri, uzun plajı, plaj boyunca uzun yürüyüş sahili, kıyıda sıralanmış restoranları, kafeleri ile adeta şehrin içinde nefes almak için kaçılacak küçük bir sayfiye yeri gibi. Camps Bay’in hemen ilerisindeki sahilde, Whale Rocks denilen ve kıyıda yatan balinaları andıran siyah yuvarlak kayalıklar da görülmeye değer bir manzara sunuyor.
Hout Bay

Burası da Camps Bay gibi bakımlı evleri ve uzun plajıyla bir sayfiye yeri havasında. Buranın en önemli özelliği eski ve yeni tersanelerin bu koyun ucunda yer alması. Tersanelerin hemen sonunda oldukça salaş ve bir o kadar da popüler bir balıkçı yer alıyor. Adı “Fish On The Rocks” olan mekanı bayanlar işletiyor, ucuz ve her gün çok taze balık vb. deniz ürünlerini pişirerek fast food gibi kese kağıtlarına doldurup veriyorlar. Biz ününü şehir içinde bir yerliden duyup denemeye gittik ama gerçekten değdi; oldukça taze ve leziz balık yiyebileceğiniz bir yer, deniz kıyısında masaları da var. Bu bölgede tersanelerin hemen karşısında yerli sanatçıların eserlerinin sergilendiği ve üretildiği atölyeler bulunuyor. Bu atölyeleri gezip, sanatçıların çalışmalarını izleyip, eserlerini satın alabiliyorsunuz. Özellikle çevresel atıklardan oluşturdukları geri dönüşüm sanatları çok enteresan. Aslında bu yönüyle entelektüel bir bölge de denilebilir. Körfezin diğer ucunda da üzerinde bir leopar heykelinin bulunduğu Leopard Rock yer alıyor.
Cape Town Çevresinde;
Cape of Good Hope

Dünyanın ucundaymışsınız hissini veren Ümit Burnu’na turlarla, araba kiralayarak veya taksi ile ulaşabilirsiniz. Biz en yakın duraklardan biri olan Simons Town’a kadar trenle gidip kasabayı gezdikten sonra, oradaki bir turizm ofisinden 4 saatliğine şoförlü bir araç kiralayıp Ümit Burnu ve çevresini gezmiştik. Simons Town sömürge dönemi İngilizlerin yerleşim yeri olduğundan, o dönemden kalma çok güzel ve bakımlı kolonyal yazlık evlerle dolu. Yaşayanların çoğu halen İngiliz asıllı Güney Afrikalılar. Burada köpekbalığı dalışı turlarına katılabilir ve “Salty Sea Dog” isimli meşhur seafood restoranında yiyebileceğiniz en güzel Hake balığını (menüde “Hake & Chips” olarak geçiyor) sipariş vererek kendinize bir öğle yemeği ziyafeti çekebilirsiniz. Tabakları çok büyük bize göre 2 porsiyon büyüklüğünde geliyor. Penguen Plajı da Simons Town’da yer alıyor. Mutlaka uğramalı, yüzlerce minik sevimli pengueni görüp onlarla fotoğraf çektirmelisiniz.
Ümit Burnu’na araçlı girişte cüzi bir tutar ödeniyor. Buruna vardığınızda etkilenmemek elde değil. İki okyanusun birleştiği yer, sınırsız engin okyanus manzarası ve kayalıklar buraya neden Ümit Burnu denildiğini anlatıyor sanki. Zamanında bu burnu eski tekniklerle kayalara çarpmadan ve dalgaları aşarak geçmek gerçekten bir ümit işi olmalıymış. İlginç bir hikaye; eskiden denizciler Ümit Burnu’ndan geçerken buradaki bir kayanın altına mektuplarını bırakır, diğer tarafa giden başka denizciler de bu mektupları alıp yerlerine ulaştırırmış. Böylece her 2 yönde denizciler arasında bir haberleşme ağı sağlanırmış. Ümit Burnu’nda tepedeki tarihi deniz fenerine çıkmayı ihmal etmeyin, çok keyifli bir manzara sizi bekliyor olacak. Yolda karşınıza “baboon” denilen dağ maymunları çıkabilir; onlara dikkat edin, sevmeye ya da yemek vermeye falan kalkmayın.
Hermanus
Burası Cape Town’a 2 saat kadar uzaklıkta şirin bir turistik sahil kasabası. Özellikle balinaların geldiği dönemlerde balinaları izlemek için en güzel nokta olduğundan turist akınına uğruyor. Sahilden balinaları en yakın izleyebileceğiniz nokta. Ancak hayal kırıklığına uğramamak için balinaların geliş mevsimini öğrenerek gitmenizi tavsiye ederim. Sempatik kasabayı gezip turistik hediyelikler alabilir, denize bakan seafood restoranlarında okyanusa karşı güzel bir yemek yiyebilirsiniz.
Muezinberg
Sömürge dönemi Hollandalıların kurduğu bir sahil kasabası olan Muezinberg, uzun geniş plajı ve dalgalı deniziyle sörfçülerin en popüler yerlerinden biri. Plaj boyunca uzanan rengarenk plaj kabinleri, kartpostal ve kitaplarda çok sık rastlayacağınız buraya ait bir görüntü. Bu kasabaya bu kabinlerle görmek ve fotoğraflarını çekmek, sörf yapmak, güneş ve plajın tadını çıkarmak, sahilde deniz ürünleri yemek ve kumsalda yürüyüş yapmak için gelmeyi düşünebilirsiniz. Ayrıca denizin suyu -sanırım akıntıdan dolayı- Cape Town’daki diğer plajlara oranla oldukça sıcak.
Stellenbosch

Sömürge döneminde Hollandalıların kurduğu, dünyaca meşhur zengin bağlarıyla çok güzel turistik bir kasaba. Stellenbosch’a arabayla, turlarla veya trenle ulaşmanız mümkün. Yolculuk Cape Town’dan yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Yol üzerinde içinde zebralar, atlar, deve kuşlarının olduğu çiftlikleri görüyorsunuz. Kasaba kıyıdan uzakta, yemyeşil üzüm bağların içinde kurulmuş, çok bakımlı ve zengin bir yer. Bağları ve kasaba içindeki birbirinden güzel sokakları gezmek, kasabalıların ürettiği yerel ürünleri almak ve küçük şirin kafelerinde kahve içmek çok keyifli olacaktır.
Dikkat etmeniz gerekenler:
- Geceleri hırsızlık, gasp ve cinayet suçları arttığından her sokağa girilmesi güvenli değil, o yüzden tek başınıza çıkmamanızı öneririm ya da sadece güvenli tabir edilen sokak ve semtlerde (Waterfront, Long Street gibi) gezin. Ayrıca, hava karardıktan sonra otobüs, tren gibi toplu taşıma araçlarını kullanmayın, taksi tercih edin. Güvenlik görevlileri de hava karardığında işi bıraktığından tehlike anında yardımcı olacak kimse bulamayabilirsiniz. Nedense çevrede polis az görülüyor, daha çok sokaklarda sarı yelekli sivil güvenlik görevlileri kontrolü sağlamaya çalışıyor.
- Birçok plajda köpekbalığı tehlikesine karşı sörf tahtası olmadan suya girmemenizi hatırlatan uyarı levhaları göreceksiniz. Büyük beyazından, katil balinaya kadar her çeşit deniz canlısı mevcut burada, “suda dikkat edin, fazla açılmayın” derim. 🙂 Bu tehlikeli deniz canlılarının dışında penguenler, denizaslanları ve foklar da göreceğiniz sevimli deniz canlılarından olacaktır.
- Benim gibi haşere ve sineklere karşı pimpirikli biriyseniz ve sıcak bir mevsimde gidiyorsanız kalacağınız otelin camlarında sineklik olmasına dikkat edin, yoksa yanınızda bir cibinlik götürün. Buranın ılık ve nemli ikliminden dolayı “cocharachia” olarak tabir edilen büyük, kanatlı uçan hamamböceklerini her yerde görmek mümkün. Aslında bir zararları yok, insanlar çok alışmış ve korkmuyorlar, ancak biz ülkemizde fazla görmediğimizden ürkütücü olabiliyorlar. On günlük seyahatimiz boyunca 3 kere üzerime konmaları beni bayağı bir korkutmuştu doğrusu. 🙂 Bir de biz görmedik ama “çeçe sineği” denilen bir sinek türü varmış, uyku hastalığı olarak tabir edilen bir hastalığa sebep olabiliyormuş; bizim bağışıklık sistemimizin alışmadığı durumlar olduğundan, sineklerden de sprey, cibinlik gibi tedbirlerle korunmakta fayda var.
- Şehir içinde pek görmezsiniz ama şehir dışında -Ümit Burnu’nda, Masa Dağı’nda ve dağlık bölgelerde- baboon denilen maymunlarla karşılaşabilirsiniz. Onlara sakın dokunmaya kalkmayın ve yemek vermeyin, saldırgan olabiliyorlar. Ayrıca kamera ve çantanızı koruyun, çalıp kaçabilirler.
- Fakir yerlilerin yaşadığı teneke mahalleleri görmek isterseniz, bu yerlere yalnız girmeniz tehlikeli olabilir. Bu mahallelere turistler için gezi turları düzenleniyor, çok merak ediyorsanız bu yürüyüş gruplarına katılarak gezmenizi öneririm.
Çok da gözünüz korkmasın, yukarıda belirttiğim konulara dikkat ettiğiniz takdirde Cape Town’da hiçbir sorun yaşamazsınız, sadece biraz tedbirli olmanız gerekiyor.
Deniz, doğa, modern şehir yaşamı, alışveriş, lezzetli deniz yemekleri, eğlence… Bunların hepsini bir arada bulabileceğiniz bir kültür turu düşlüyorsanız, Cape Town’a gidip güzel bir tatil yapmanızı tavsiye ederim.