More

    Eşsiz meydanlar şehri Madrid

    2010 yılının Mayıs ayında İspanya’nın 3 büyük şehrini kapsayan on günlük bir seyahat gerçekleştirdik. Barcelona’dan başladığımız turumuza Valencia’da devam ettik. Gezimizin son durağı olan Madrid’e ise Valencia'dan kiraladığımız araçla, 350 km’lik yolu 4 saatte aşarak ulaştık.


    Aracımızı teslim etmek için uğradığımız, yol boyunca artan açlığımızı gidermek için de içine daldığımız Atocha Tren İstasyonu, size de uğramanızı önereceğim bir mekan. Çoğunuzun hatırlayacağı 2004 yılındaki bombalı saldırılar burada yaşanmıştı. Kapalı mekandaki palmiye bahçesi çok güzel.

    Yemekten sonra yakındaki otelimize yerleşip, şehri keşfetmeye başlamak üzere, ulaşım ağının kalbi ve şehrin en kalabalık meydanlarından biri olan Puerto del Sol’a ulaştık. Meydan İspanyolcada “Güneşin Kapısı” anlamına gelen adını, kenti saran duvarların kapılarından birinin vaktiyle burada olması nedeniyle almış. Meydanda yarım ay şeklindeki saray, kentin simgelerinden olan olan “Ayı ve Kocayemiş Ağacı” heykeli, Madrid’in sembolik merkezi sayılan “Sıfır Noktası” görülebilir.

    Meydanı C. de Preciados tarafına doğru terk ederseniz, yol boyu pek çok markanın dükkanını görebilirsiniz. Sonra Plaza del Callao’dan Gran Via’ya çıkabilirsiniz. Değişik mimari tarzda binaları görebileceğiniz bu cadde, 1910 yılında 14 sokak ve bir semtin yıkılması ile oluşturulmuş.

    Doğuya doğru ilerleyip değişik dükkanların olduğu sokaklardan geçerek C. de Santa Barbara’ya vardık. İlk olarak Deli Room adındaki dükkanı arayıp bulduk. Burası Genç İspanyol tasarımcıların giysi, çanta, ayakkabı gibi ürünlerini sergilediği bir yer. Ama maalesef biz vardığımızda kapanmıştı. Buradaki küçük meydan özellikle güzel havalarda akşam saatleri oldukça hareketli. Meydana masalarını atmış olan Con a Che adlı kafede yer bulabilirseniz oturun derim. İçecekler ve kitle güzel, fiyatlar uygun.

    Bu meydanı Corredera Alta de San Pablo ile terk edip devam ettikçe etraf ilginç dükkanlarla dolmaya başladı. Vintage ve ikinci el mağazalar, sokaklardaki alternatif tipler, bize İstanbul’daki Galata ve Tünel semtlerini anımsattı.

    Dolaşarak Plaza del Dos de Mayo’ya ulaştık. Gece gençler tarafından doldurulan “2 Mayıs Meydanı” yemek seçenekleri ve banklarda içkilerini içip muhabbet eden insanlarla dolu. Meydanın köşesindeki Sandos Pizzeria’ya girebilmek için biraz sıra bekledik ancak pizzalar lezzetliydi.

    İkinci günümüzün sabahında ilk durağımız Plaza Mayor oldu. Meydanın tarihi 1590’lara kadar gitmesine rağmen bugünkü halini 18. yüzyıl başlarında almış. Eskiden meydanı çevreleyen sarayların balkonlarından kraliyet törenleri seyrediliyormuş. Ortada ise 3. Felipe heykeli yer alıyor. Dört tarafta yer alan kemerlerden etraftaki sokaklara çıkışlar ise fotoğraflanmayı hak ediyor.

    Bu  sokaklardan batıya doğru çıkanı izlerseniz, Plaza de San Miguel’e gelirsiniz. Bu meydanın çok fazla özelliği yok; bizim buradan geçerken amacımız, meydanın hemen aşağısındaki Mercado de San Miguel’e uğramaktı. Bu pazarı hem metal mimarisi açısından, hem de içerisindeki gurme dükkanlardaki yiyecek ve içecekler için mutlaka görmelisiniz. Peynirler, kuruyemişler, kurutulmuş etler, şaraplar ve daha birçok ürünü beğenip oracıkta tüketebilirsiniz. Tavsiyem buraya tok gelin ve İspanyollar’ın öğle yemeği saati ile çakışmayın.

    Çıktıktan sonra batıya Calle Mayor yoluyla devam edin. Karşınıza Almudena Katedrali çıkacak. Vaktiniz varsa katedrali gezebilirsiniz. Duvarlardaki freskler çok canlı. Katedralin hemen kuzeyindeki Palacio Real ise buraya asıl gelme nedenimizdi. Ancak Kraliyet Sarayı Müzesi’nin önündeki abartısız 200m kuyruğu ve ilerlemeyişini görünce gezmekten vazgeçtik. O sırada geçit töreni yapan geleneksel kraliyet askerlerini seyretmekle yetindik. 

    Planımızın şaşmasından sonra istikameti Plaza de Oriente üzerinden tekrar Puerta del Sol’e çevirdik. En azından bu sırada akşam gitmeyi planladığımız boğa güreşi biletlerini alalım dedik. Bilet gişesi meydandan C. de Preciados’a girince ilerde sağda. Fiyatlar sahaya yakınlığınıza göre değişiyor.

    Biletleri aldıktan sonra kalan sürede pek verimli birşey yapamayacağımıza karar verip, boğa güreşine kadar dinlenmeye karar verdik. Otele dönüşte güneydeki Plaza de Santa Ana’dan geçtik. Bu meydanın etrafı kafelerle dolu. Beyaz cephesi ile Vitoria Oteli çok güzel görünüyor. Bu meydana bitişik Plaza del Angel’deki Cafe Central ise akşamları kafe ve her nevi caz konserleri ile tavsiye olunur.  

    Akşam 7’de başlayacak güreşler için metro ile Ventas durağına vardık. Duraktan çıkar çıkmaz Plaza de Toros de las Ventas karşımıza çıktı. Etraf aksesuar, kuruyemiş, yiyecek içecek satan işportacılarla doluydu. Arenaya girdiğimizde içerisi pek de dolu sayılmazdı ama son 5 dakikada içerisi hınca hınç doldu. Tribünlerde toplumun her kesiminden insan görmek mümkündü. Özellikle önümüzde oturan kraliyet prensi tipli takım elbiseli çocuk ve prenses tipli tuvalet giymiş kız ilginçti. Bu şık kıyafetlerine rağmen olay başlayınca kız hazırladığı sandviçleri ve az sonra da yanında getirdiği çekirdekleri çıkardı.

    Boğa güreşleri başladığında maalesef boğalara yapılan işkenceler nedeniyle güreşten keyif alamadık. Zaten biz boğanın tarafını tuttuğumuz için tökezleyen bir çömez matadorun tepelenmesi dışında tezahürat yapabildiğimiz pek durum olmadı. Ancak İspanyollar coştukça coştu. Matador boğaya bitirici vuruşu yaptığında bütün arena ayağa kalkıyordu. Fakat boğaya son vuruşu yapmayı beceremeyip hayvana iyice eziyet eden matadoru da beyaz mendiller sallayarak protesto ettiler. 

    Güreşler akşam saat 9’a kadar sürdü. Size tavsiyem sıkı bir hayvanseverseniz bu etkinliğe katılmayı hiç düşünmeyin. Her ne kadar İspanyollar kendilerini savunurken bu boğaların yaşamları boyunca çok iyi şartlarda yaşadığı gibi bir argüman öne sürseler de, dünyada pek çok insanın zevk için boğaların öldürülmesini vahşet olarak gördüğü de bir gerçek. Öte yandan ortam, seyircinin coşkusu ve ritüeller için görülmeye değer. Boğa güreşleri Mart ve Ekim ayları arasında yapılıyor.

    Arenadan çıktıktan sonra Plaza San Andres’e geldik. Yan tarafında ışıklandırılmış bir kilise olan bu küçük meydanda gençler toplanmıştı. Biz de onlara uyduk; sokak satıcılarından içecek bir şeyler alıp biraz ortamda takıldık. Fakat etrafın çok nezih olduğunu söyleyemem. Yine de içtiklerimiz yorgunluğun üstüne güzel geldi. Pilimizin iyice bitmemesi için geceyi burada sonlandırdık. 

    Bu taraflara gündüz gelebilirseniz bu bölgedeki El Rastro denilen bit pazarına bakın derim. Bölgeye ikinci defa yaptığımız bir gezide pazarı görme şansına eriştik. Bu pazar 500 yıllık bir geçmişe sahip. Sadece pazar ya da resmi tatil günlerinde 9.00-15.00 saatleri arasında kuruluyor. Buradaki tezgahlarda her nevi ürün satılıyor. İnsan seli nedeniyle yankesiciler için de son derece uygun bir ortam, bu yüzden dikkatli olmakta fayda var. Üst kısımda yer alan heykel Eloy Gonzalo adlı bir İspanyol savaş kahramanına ait. İspanya bu askerin kahramanlığına rağmen 1895-1898 yılları arasında Küba ile yaptığı savaştan yenik olarak ayrılıyor ve Küba bağımsızlığını kazanıyor. Bu bölgede sürekli açık bulunan antikacılar da var. Özellikle pazarın üst kısmından aşağıya doğru inerken solda büyük bir kapıdan avlusuna girilen antikacılar çarşısını tavsiye ederim.

    İspanya maceramızın son gününe Thyssen Müzesi ile başladık. Paseo del Prado üzerinde yer alan müze, dünyanın en güzel özel koleksiyonlarından birini barındırıyor. 1300’lerdeki ilk dönem eserlerinden başlayarak günümüz pop-art akımlarına kadar batı sanat tarihi sergileniyor. Thyssen Müzesi’ne yaklaşık 3 saat ayırabilirsiniz. Eğer Prado ve Reina Sofia müzelerini de gezecekseniz, hepsine toplu bilet alabiliyorsunuz.

    Müzeden çıktıktan sonra Kibele’nin heykelinin olduğu havuzlu meydan Plaza de Cibeles’i geçtik. Paseo de Recoletos’tan devam ederken 21 numarada Cafe Gijon’u göreceksiniz. Burası sanatçıların ve entellerin buluşma mekanı olarak biliniyor. Muhtemel fiyatlardan çekinerek girmemeyi tercih ettik.

    Caddeden C. de Prim ile  ayrılıp C. Augusto Figueroa ile devam ettik. Bu sokakta 47 numarada göreceğiniz La Bardemcilla adındaki restoran sinemacı Bardem ailesine ait. Sıcak ortamda duvarlardaki afişler ve aile fotoğrafları dışında şansınız varsa Javier Bardem’le bile karşılaşabilirsiniz. Mutfak 13.30-16.00 ve akşam 20.00’dan sonra açık. O yüzden bir şeyler yiyemeden çıktık.

    Bu sokaktan sola C. de Libertad’a saparsanız az ilerde Diurno adında başka bir mekan göreceksiniz. İspanya’da günler boyu menü ve İngilizce bilmeyen garsonlarla boğuştuktan sonra her şeyi görerek alabildiğiniz ve son derece uygun fiyatlı bu mekan hoşumuza gitti. Burası aynı zamanda bir video-kitap dükkanı ve kafe. Bu sokakta asıl gitmek istediğimiz mekan Bazaar Cafe idi, fakat biz vardığımızda mutfak kapalıydı. Egzotik meyvelerle yapılan karışımlar ve Akdeniz çeşnili soslarla tonbalığı tavsiye ediliyordu.

    Civardaki sokaklarda çok sayıda restoran var. Hoşunuza giden bir tane bulmanız yüksek ihtimal. Buradan sonra ilk gün gittiğimiz Con a Che kafeye yollandık. Madrid’deki son akşamımızı da burada muhabbetle sonlandırdık.

    İspanya’da geçirdiğimiz bu tatilden genel olarak çok memnun kaldık. Gezdiğimiz üç şehir içinde bir karşılaştırma yapacak olursak en çok Madrid’i beğendik. Barcelona’ya göre daha az turist olması, İstanbul’a bir nebze daha fazla benzediği için bize daha samimi gelmesi, daha ucuz olması sanırım beğenimizde etkili oldu.


    Tavsiye ve izlenimler;

    • Güvenlik sorunu yok. Ulaşım metro sayesinde çok kolay. Tek dezavantaj gece geç saatte çalışmaması. Geceleri taksiye kalınıyor.
    • İspanyollar gerçekten hayattan zevk alan insanlar ve onların bu hali size de bir şekilde bulaşıyor. Dışarıda yeme alışkanlıkları oldukça fazla. Sokaklar, kafe ve restoranlar her daim canlı.
    • Turistik mekanlara yakın yerlerde yiyecek-içecek fiyatları artıyor.
    • Bizim alışkanlıklarımıza uygun bir kahvaltı menüsü bulmak mümkün değil, ancak sandviç bulunuyor.
    • Plan yaparken İspanya’da geleneksel restoranların pazartesileri kapalı olduğunu ve İspanyolların yemek saatlerinde (14.00 ve 22.00) oldukça dolu olduğunu unutmayın.
    • Genellikle İngilizce menü olmuyor, geleneksel mekanlarda çalışanlar İngilizce de bilmiyor. En azından yemek sipariş ederken işinize yarayacak birkaç İspanyolca kelimeyi öğrenmenizi öneririm (“Pavo” = Hindi, “Pollo” = Tavuk, “Ternera” = Dana, “No Como Cerdo” = “Domuz eti yemiyorum” ya da “Sin Cerdo” = “Domuz etsiz” vb).

    Vaktiniz olursa Madrid’de görmenizi önereceğim diğer mekanlar;

    • Casa de Campo: Şehrin batısındaki bu parkta panoramik manzara ve eğlence parkı mevcut. 
    • Basilica de San Francisco el Grande: On üçüncü yüzyıldan kalma temellere inşa edilmiş bazilika dev kubbesi ve İspanyol ustalar Goya, Ribera, Velazquez eserleriyle dikkat çekiyor. 
    • Museo de America: Eski Latin Amerika kültürlerine adanmış bir müze. 
    • Museo del Prado: Dünyanın en prestijli sanat müzelerinden biri. 
    • Centro de Arte Reina Sofia: Çılgın çağdaş sanat eserlerinin sergilendiği müze.

    Yapmanızı tavsiye ettiklerim ise şunlar;

    • Chocolate con churros (sıcak çikolata sosuna batırılan hamurlar) yiyin.
    • İlginizi çekiyorsa Flamenko gecesine gidin.

    *Blogumuzda yer alan bu yazının tarihi bazı güncellemelerden dolayı yeni görünüyor olabilir. Yazının içeriği yazarın kendi görüşünü yansıtmaktadır ve yazıda yer alan fiyat, ulaşım gibi bazı bilgilerin değişmiş olması mümkündür. Göz önünde bulundurmanızı rica ederiz.

    Bunlar da var!