İçerik platformlarının bugünkü kadar yaygın hâle gelmediği bir dönemde, Game of Thrones dünya çapında milyonları aynı anda ekran başına toplayabilen ender yapımlardan biriydi. Final bölümü yalnızca Amerika’da 19 milyondan fazla kişi tarafından canlı izlenirken dünya genelindeki toplam izleyici sayısının 40 milyonu aştığı tahmin ediliyor.
George R. R. Martin’in kaleme aldığı Buz ve Ateşin Şarkısı serisinden uyarlanan bu yapım, politik entrikalar, ahlaki grilikler ve devasa bir mitolojiyle örülü evreni sayesinde televizyon tarihinin en etkili anlatılarından birine dönüştü. Martin’in karakter odaklı, sürprizlerle dolu yazım tarzı, izleyiciyi hem duygusal hem de entelektüel düzeyde sarıp sarmalayarak diziyi bir kült fenomene dönüştürdü. Bu evrenin etkisi Game of Thrones’la sınırlı kalmadı. Öncesinde geçen olayları konu alan House of the Dragon, Targaryen Hanedanı’nın çöküş sürecini ve iç savaş dönemini epik bir dille ekranlara taşıyor. George R. R. Martin’in Ateş ve Kan adlı eserinden uyarlanan bu yapım, görsel gücü, siyasi gerilimleri ve ejderhalarla Westeros’a güçlü bir geri dönüş sağladı. Ayrıca batılı anlamda ilk Game of Thrones denemesi olmasa da yerli bir yapım olarak 2023 yapımı Prens dizisi, fantastik bir evreni mizahi ve absürt bir dille yeniden kurgularken Game of Thrones evrenine göndermeleriyle öne çıktı.
Peki ya Game of Thrones Türkiye’de çekilseydi?
Buzlu kuzey diyarlarından kızıl çöllere uzanan eşsiz lokasyonları bir hayal edin. Türkiye’de neresi Dothraki’lerin dörtnala geçtiği bozkırlara karşılık gelirdi? Hangi kalelerimiz Winterfell’in karlı burçlarını andırırdı? Bu yazıda, Yedi Krallık’ın efsanevi coğrafyasını Anadolu’nun zengin topraklarına taşıyor, nevi şahsına münhasır bölgelerimizin kendilerine has iklim, coğrafya ve kültürel dokusunu Game of Thrones evrenindeki karşılıklarıyla buluşturuyoruz.
King’s Landing → İstanbul: İki Başkentin Hikâyesi
“Dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.” – Anonim
King’s Landing, Yedi Krallık’ın nabzının attığı; entrika ve iktidar oyunlarının merkezi, deniz ticaretinin aktığı stratejik liman… Kulağa tanıdık geliyor, değil mi?
On altı yüzyıl boyunca üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul ile Yedi Krallık’ın başkenti King’s Landing arasındaki benzerlikler göz ardı edilemeyecek kadar çarpıcı. Her iki şehir de yalnızca siyasi ya da askeri gücün merkezi olmakla kalmıyor; aynı zamanda kültürel çeşitliliğin, toplumsal karmaşanın ve tarih boyunca süregelen güç mücadelelerinin yoğunlaştığı yerler olarak karşımıza çıkıyor. Su yollarının kesiştiği noktada konumlanmaları, dış tehditlere karşı doğal savunma avantajına sahip olmaları ve birçok farklı sınıfın iç içe yaşadığı çok katmanlı yapılarıyla iki şehir de hem stratejik hem sembolik bir değer taşıyor.
Girişimizi yaptık ve iddiamızı sunduk. Şimdi işin derinine ineceğiz. Haliç’in, Blackwater Koyu ile kurduğu paralellik dikkat çekici. Her iki su yolu da sadece ticaretin değil, savaşın ve savunmanın da belirleyici unsurları arasında yer alıyor. Savaş zamanlarında düşman gemilerinin geçişini engellemek için kullanılan dev zincirler en bariz benzerliklerden. İstanbul’u tarih boyunca gerçek anlamda erişilmez kılan, doğayla birleştirilen mühendislik dehasıydı. Bunların başında da Haliç’e çekilen dev zincir geliyor. Bu zincir, günümüzde Ayvansaray ile Tophane arasında kalan kıyılara denk gelen iki kule arasında gerilirdi. Savaş zamanı çekilir, barış zamanında açılırdı. Demir zincir, düşman donanmalarının Haliç’e girmesini fiziksel olarak imkânsız hale getiriyordu.
Tarihte bu zincirin kullanıldığı en kritik an, kuşkusuz 1453’teki İstanbul’un fethi. Osmanlı Donanması, Haliç girişindeki bu zincir engelini aşamayınca, Fatih Sultan Mehmet donanmayı karadan yürüterek Kasımpaşa üzerinden Haliç’e indirdi. Bu hareket, yalnızca askerî değil, aynı zamanda tarihe geçecek sembolik bir başarıydı. Zincir aşılmış, surlar arkadan kuşatılmıştı. İstanbul tarihinde böylesi bir yere sahip olan bu zincirlerin bir kısmına şu anda İstanbul Arkeoloji Müzesi ev sahipliği yapıyor.
Bu savunma unsuru, çok benzer şekilde Game of Thrones’un 2. sezonunun 9. bölümünde karşımıza çıkıyor. Demir Taht’ı ele geçirmeye çalışan Stannis Baratheon, King’s Landing’e saldırır. Tyrion Lannister, Blackwater Koyu’na gizlice bir zincir çektirir. Baratheon’un donanması limana girince zincir bir anda kaldırılır ve geri çekilme ihtimali ortadan kalkar. Bu taktiksel tuzak, savunmanın bir sonraki aşamasıyla birleşir; Wildfire adı verilen, suyun üzerinde bile etkisini kaybetmeyen, yeşil renkli patlayıcı bir maddeyle tüm filo ateşe verilir. Wildfire’ın İstanbul’daki tarihsel karşılığı ise Rum ateşi. 7. yüzyıl sonlarında Doğu Roma İmparatorluğu’nda geliştirilen bu silah, savaş tarihinde devrim niteliğindeydi. Deniz savaşlarında kullanılan bu madde, suyla temas ettiğinde sönmek yerine daha da harlanırdı. Gemi ağzındaki hortumlar yardımıyla püskürtülen bu ateş, karşıdaki filoya büyük kayıplar verdirebiliyordu. Bugün dahi formülü tam bilinmeyen bu madde, tarihteki ilk kimyasal silahlardan biri olarak kabul ediliyor.
King’s Landing’in kalbi sayılabilecek ve sürekli ele geçirilmeye çalışılan Demir Taht’a ev sahipliği yapan Red Keep’in (Kızıl Kale) İstanbul’daki karşılığı ise şüphesiz Topkapı Sarayı. Hem mekânsal yerleşimi hem mimari özellikleriyle Topkapı, Red Keep’in fiziksel ve sembolik işlevlerini adeta somutlaştırıyor. Yüksek duvarlarla çevrili iç içe geçmiş avlular, sarayın farklı bölümlerine açılan koridorlar, gizli geçitler ve stratejik konumuyla Topkapı, Red Keep için mükemmel bir set mekânı olurdu.
Şehir dokusunun bir diğer önemli parçası olan Great Sept of Baelor, mimari etkileyiciliği ile İstanbul’da ilk bakışta Ayasofya’yı çağrıştırıyor. Her iki yapı da şehrin siluetine yön veren, kubbe mimarisiyle dikkat çeken ve inançla gücün kesiştiği noktalarda yükselen anıt yapılar.
Tüm bu benzerlikler bir araya geldiğinde, İstanbul’un yalnızca tarihiyle değil; dokusuyla, mimarisiyle ve ruhuyla da George R.R. Martin’in kurgusal başkentine esin kaynağı olabilecek adaylardan biri olduğunu görmek güç değil.
Winterfell → Kars: Kışın Ebedi Nöbetçisi
“Winter is coming.”
Her ne kadar diziyle özdeşleşmiş olsa da aslında Stark hanedanının mottosu olan bu cümleyi duyup da Türkiye’yi şöyle bir düşününce sizin de aklınıza kuzeyin karlarıyla kaplı Kars görüntüsü geliyordur muhtemelen. Her iki yerde de kış, bir mevsim olmaktan çok hayatın ayrılmaz bir parçası gibi.
Kars Kalesi, tıpkı Winterfell gibi çevresine hâkim bir konumda. Winterfell’in karlarla kaplı ağaçları, soğuk ve sert iklimi, Kars denince ilk akla gelen yerlerden biri olan Sarıkamış’ı çağrıştırıyor. Sarıkamış’ın çam ormanları ve beyaz örtüyle kaplanmış doğası, adeta George R.R. Martin’in hayal gücünden çıkmış gibi. Her iki bölge de yalnızca fiziki benzerlikleriyle değil, taşıdıkları tarihsel ve kültürel mirasla da birbirlerine paralel bir ruh barındırıyor.
Winterfell’in bin yıllara meydan okuyan taş duvarları, geçmişin izlerini bugüne taşıyan sessiz tanıklar gibi yükselirken Kars’ın sınırları içindeki Ani Harabeleri de benzer bir şekilde, Demir Çağı’na uzanan köklü geçmişiyle Anadolu’nun kadim hafızasını yansıtıyor. Bir zamanlar büyük bir uygarlığın kalbi olan Ani, tıpkı Winterfell gibi, savaşların, göçlerin ve efsanelerin izlerini taşıyor. Soğuğun ortasında yükselen taş yapılar ve doğayla iç içe geçmiş yaşam biçimleri hem Winterfell hem de Kars’ı birbirine görünmeyen bir köprüyle bağlıyor.
Dorne → Mardin: Güneşin Altın Krallığı
Dorne’un sıcak çöl rüzgarları, Türkiye’de en çok Mardin’in Mezopotamya’ya bakan teraslarını akla getiriyor. Her iki coğrafya da güneş altında benzer bir sarı tonla parlıyor.
Dorne’un başkenti Sunspear’ın sarayları ve kuleleri, iç avlularında fıskiyeler ve geometrik işlemeli duvar süslemeleriyle zenginleştirilmiş. Bu mimari detaylar, Endülüs tarzı İslam mimarisini andırarak Dorne’a egzotik bir karakter katıyor. Mardin’de de Artuklu ve Selçuklu mimarisinin mirası olan abbaralar ve süslemeli taş cepheler yer alıyor. Sokakların yamaçlara kat kat yayılması, iki şehirde de benzer bir silüet oluşturuyor.
Hem Dorne hem de Mardin, coğrafi zorluklar nedeniyle tarımda seçici ürünlerle öne çıkıyor. Dorne’un kurak arazilerinde sadece birkaç sulak alan bulunuyor; bu bölgelerde turunçgiller ve üzüm bağları yetişiyor. Dornelular, güçlü ve baharatlı şaraplarıyla tanınıyor. Benzer şekilde, Mardin’in çevresi kısmen kurak, kısmen verimli ovalarla çevrili. Mezopotamya Ovası buğday, zeytin ve badem tarımıyla öne çıkıyor. Özellikle Midyat çevresindeki Süryani bağları, MÖ 3000’lere dayanan bir şarapçılık geleneğini yaşatıyor. “Süryani şarabı” günümüzde hâlâ geleneksel yöntemlerle üretiliyor ve bölgenin kültürel mirasının bir parçası olarak kabul ediliyor. Her iki coğrafyada için de şarap, hem ekonomik hem kültürel açıdan kıymetli.
Game of Thrones Türkiye’de çekilseydi, Dorne büyük ihtimalle Mardin’in taş sokaklarında ve ova manzaralı sarı sıcağında hayat bulurdu.
Dothraki Toprakları → Kapadokya: Güzel Atlar Ülkesi
Uçsuz bucaksız bozkırlar, özgürce koşan atlar ve çetin bir iklim… Güzel atlar ülkesi Kapadokya’nın eşsiz vadileri ve peri bacaları, Dothrakilerin göçebe yaşamı için ideal bir zemin sunuyor. Vadiler boyunca uzanan toprak yapısı, peri bacalarıyla birlikte hem doğallığı hem de büyüleyiciliği içinde barındırıyor. At sırtında yol alan bir hikâye, bu coğrafyada hiç yabancılık çekmez. Strabon ve Ksenophon gibi antik yazarlar, Kapadokya atlarının kalitesinden söz eder. Dothrakiler ise atlara kutsal gözüyle bakar. Onların yaşamı tamamen atlarla şekillenir. O kadar ki tek yerleşik şehirleri Vaes Dothrak’ın girişinde dev iki at heykeli bulunur.
Günümüzde Kapadokya’da yılkı atları Erciyes Dağı eteklerinde özgürce yaşıyor. Sabahın ilk ışığında bozkırda dörtnala koşan bu atlar, zamanın dışına taşan bir masalın kahramanları gibiler. Game of Thrones Türkiye’de çekilseydi, Dothraki sahneleri için Kapadokya’dan daha uygun bir yer hayal etmek zor olurdu.
Casterly Rock → İshak Paşa Sarayı: Altının Parıltısı
İshak Paşa Sarayı, Doğubayazıt’ın kızıl-altın kayalıklarına öyle yerleşmiş ki karşınızda sanki Casterly Rock yükseliyor. Sarp yamacın içine gömülü duvarlar, ova boyunca kilometrelerce öteden görülen kubbe ve kule silüeti, sırtını Ağrı Dağı’na yaslamış soylu bir hanedan evi.
Lannister’ların devasa kayaya oyulmuş kalesi nasıl zengin altın damarlarıyla ün salmışsa, İshak Paşa’nın taş işçiliği de göz alıcı bir güzelliğe sahip. Güneş vurduğunda sarayın cephesi sanki cevherle kaplanmış gibi parıldıyor. Kapalı avluları, yüksek kemerli geçitleri ve iç içe odalarıyla saray, Lannister koridorlarını aratmayan bir mimari şaheser.
Game of Thrones evreninin en zengin ailesi Lannisterlar, banknot kullanıyor olsalardı, muhtemelen paralarının üzerine Casterly Rock’u yerleştirirlerdi. Peki ya Türkiye’de? Evet, bir zamanlar en değerli banknotun üzerinde İshak Paşa Sarayı yer alıyordu.
Bu seçim elbette tesadüf değildi, çünkü saray, İpek Yolu’nun sağladığı zenginlikle inşa edilmiş, dönemin ekonomik gücünü simgeleyen önemli bir yapıydı. Tıpkı Lannister ailesinin ihtişamlı kaleleri gibi, İshak Paşa Sarayı da sadece mimari bir şaheser değil, aynı zamanda zenginliğin ve kudretin kalıcı bir simgesi.
Game of Thrones’un masalsı evreni ile Türkiye’nin eşsiz coğrafyası arasında kurduğumuz bu benzerlikler, yüzeysel bir tesadüften ibaret değil. Westeros’un iklim ve kültür çeşitliliği, binlerce yıllık geçmişiyle Anadolu coğrafyasında bir karşılık buluyor. İster kurgu ister gerçek olsun, bu iki dünyayı etkileyici kılan ortak bir temel var. Farklı kültürlerin, iklimlerin ve toplulukların iç içe geçerek oluşturduğu zengin, çok katmanlı hikâyeler. Güçlü anlatılar, her zaman coğrafyanın ve insanın izini taşıyor.
Belki de gerçek büyü tam burada gizli. Hayali evrenlerin gerçek coğrafyalarda nasıl hayat bulabildiğini görmek, bu toprakların ne kadar çeşitli ve ilham verici olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Son olarak, Game of Thrones’un çekim yerlerini listelediğimiz yazımızı da şöyle bırakalım. Siz seçin, hayal mi, gerçek mi?