More

    Londra’da bir gün

    İngiltere’nin başkenti Londra, şüphesiz dünyanın en çok ilgi ve turist çeken şehirlerinden bir tanesi… Eski ismi “Londinium” olan ve tarihi Roma İmparatorluğu’na dek uzanan şehir; "double decker" denen iki katlı kırmızı otobüsleri, Austin marka siyah taksileri, gezip görülecek onlarca yeri ve hatta o bilindik yağmurlu havasıyla adeta bir ikon.


    Biz de, Queen gibi efsane bir grubun kurulduğu, Morrissey’in şarkılarını yazdığı ve James Bond’un yaşadığı bu şehirde, ünlü dedektif John Constantine’in geçirdikleri kadar olmasa da, eğlenceli bir gün geçirmeyi planlıyoruz. Bakalım şehir gerçekten de o kadar müzisyene, yazara ve sinemacıya büyük ilhamlar sunacak kadar cezbedici mi… İngiliz grup Clash’in de dediği gibi: “London calling!”

    09.30 – Güne tabii ki meşhur İngiliz kahvaltısı ile başlıyoruz. Kabul etmek gerekir ki İngiliz mutfağı genel anlamda pek de el üstünde tutulası, zengin bir yelpazeye sahip değil; ancak İngiliz kahvaltısının çoğu kişinin damak tadına uyacağı ve en az bir kez denenmesi gerektiği de bir gerçek. Kızarmış ekmek, yağda pişmiş yumurta, mantar, domates, fasulye, “bacon” (domuz etinden yapılmış bir tür pastırma) ve sosisten  oluşan bu kahvaltı ilginizi çekmediyse, “porridge” adlı yulaflı İngiliz yiyeceğini denemenizi tavsiye edebilirim.

    11.00 – Kahvaltıdan sonra yola çıkıyoruz. Metro yürüme mesafesinde olmadığından ve hava (bittabi) yağmurlu olduğundan, o meşhur “Routemaster” otobüslerinden birinde soluğu alıyoruz. İki katlı otobüsün üst katından on dakika boyunca gri havayla yeşil-kahverengi şehrin uyumunu gözledikten sonra metro istasyonuna varıyoruz. İlk durağımız “King’s Cross” olacağı için yolumuz biraz uzun, ama sorun yok: Metro şehrin neredeyse her köşesine gidiyor, renklerle de temsil edilen hatlara bölünmüş olduğundan kullanımı da oldukça rahat ve pratik. Biz“Picadilly Line”ı, yani lacivert hattı kullanacağız.

    13.00 – King’s Cross Tren İstasyonu’nun önündeyiz. On dokuzuncu yüzyılda inşa edilen bu dev kahverengi yapıya, 2012 yılında mimar John McAslan tarafından modern bir ekleme yapılmış. “Tarihi bir istasyona modern restorasyon mu yapılırmış” demeyin; proje ödüllü bir projeymiş ve anlaşılıyor ki ödülü gerçekten hak ediyor. Bu muazzam istasyonda, aynı zamanda ünlü kitap/film serisi Harry Potter’dan bilindiği üzere “Platform 9 ¾” adlı hayal ürünü peron ve Harry Potter ürünleriyle dolu aynı adlı bir hediyelik eşya dükkanı mevcut. Dükkanda Harry Potter’ı seven yakınlarınız (veya kendiniz) için asadan atkıya, üniformadan kartpostala, replikalardan büstlere kadar birçok ürünü satın alabilir, üstelik hatıra fotoğrafı çektirebilirsiniz.

    14.15 – Meşhur Tower Bridge’in yakınındayız. Siyah renkli metro hattı “Northern Line”ı kullanarak vardığımız bu durakta aynı zamanda Avrupa’nın en yüksek binası olan “London Bridge Tower” (“The Shard” da deniyormuş), “City Hall” ve “30 St. Mary Axe” (İngilizler tarafından kendisine “Turşuluk Salatalık” manasına gelen “The Gherkin” ismi takılmış) gibi ikonik gökdelenleri de görme şansına erişiyoruz. Thames Nehri üzerine inşa edilen ve açılıp kapanma özelliğine sahip asma köprü Tower Bridge’in yapımına ise 1886 senesinde başlanmış ve yapım sekiz sene sürmüş. Köprünün, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Alman savaş uçakları tarafından yer-yön bulmak amacı ile kullanıldığı için zarara uğramadığı söyleniyor.

    15.25 – Nihayet Londra’ya gelindiğinde mutlaka uğranan (ve bana göre de uğranması gereken yerlerden biri olan) “London Eye”a varıyoruz. Dünyanın en büyük üçüncü dönme dolabı, her biri on ila on beş kişiyi taşıyabilen 32 adet kabinden oluşuyor ve tepeye çıkıldığında Londra’ya ait mükemmel manzaralara rastlayabileceğiniz görsel bir şölen sunuyor. Fiyatı 2013 itibarı ile 20 Sterlin ve Londra’nın en çok turist çeken bölgelerinden biri olduğu için önünde uzun kuyruklar oluşuyor, o nedenle beklemek zorunda kalmanız olası. Gitmeden önce rezervasyon yaptırılabiliyor; hafta içi, akşamüstü ve akşam vakitleri de nispeten daha az turist çekiyor.

    16.20 – “Whitehall Gardens”ta oturup soluklandıktan sonra, sonunda “Big Ben”e varıyoruz. Bu muazzam binaya ismini, artık bir ikon haline gelmiş saat kulesinin on üç tonluk çanı vermiş. Burası, ziyaret ettiğimiz vakitte İngiliz yönetmen Danny Boyle’un ürkütücü gerilimi “28 Days Later”daki gibi terk edilmiş değil; aksine kalabalık ve capcanlı. Thames Nehri yanına konuşlanmış “Big Ben” ve Parlamento Binası’nın çevresinde de ilgi çekebilecek bir sürü farklı yer mevcut: Nehrin karşısında “St. Thomas Hospital”ı görebilir, güneydoğuda Lambeth Sarayı ve tenis kortlarının bulunduğu Archbishop’s Park’ı, yine güneydoğuda Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda kullanılmış nesnelerin de sergilendiği “Imperial War Museum”u, biraz kuzeyde ise “Charing Cross” Tren İstasyonu’nu ziyaret edebilirsiniz.

    17.30 – “Piccadilly Circus”tayız. Latince’deki anlamı itibarı ile “Circle”, yani oval meydan manasına geldiği için kendisine bu isim verilmiş. Bizi, pek meşhur Eros Heykeli karşılıyor. Binalar üzerinde yanıp sönen birçok ürünün dijital reklamlarının arasında bronz heykel, ilginç bir tezat oluşturuyor. Londra’ya gelen herkesin uğramadan ayrılmadığı “Piccadilly Circus”ta, ünlü “Shaftesbury Avenue”ya, hediyelik eşya alabileceğiniz birçok dükkana, sokak sanatçılarına, büyük otellere ve havayolu şirketlerinin bürolarına rastlamanız mümkün. Biz de birkaç hediyelik eşya dükkanını gezip sokaktaki göstericilerle eğlendikten sonra, caddenin manzarasının da tadını çıkarabileceğimiz bir restoran bulup yemek yemeye karar veriyoruz.

    19.30 – Yemeğin ardından biraz yürüyüp “St. James Park”a varıyoruz. Yakınında iki tane daha büyük ve yemyeşil park barındırıyor; “Hyde Park” ve “Green Park”. İçinde aynı zamanda kocaman bir göl olan bu park, değişik kuş türlerine ev sahipliği yapıyor. Hava soğuk olsa da, parkta yürüyüş yapan insanları, temiz hava almaya gelmiş turistleri, çimenlere uzanıp anın tadını çıkaran genç çiftleri ve hayvanları beslemeye gelmiş kimseleri görebiliyoruz. Banklardan birinde oturmuş sohbet ederken yaşlıca bir adam yakınımıza geliyor ve ellerinde cevizlerle ağaçlara doğru bakıp “Cık, cık” benzeri sesler çıkartıyor. Kafamızı çevirip baktığımızda, ağaçlardan bir sürü sincabın inip adama doğru koştuğunu görüyoruz. Ördekleri ekmekle besleyenler dahi adama bakıyor. Adam ellerindeki cevizleri sincaplara atıyor ve gülümseyerek onların koşuşturmalarını izliyor. Yeşilin verdiği huzura bir de, her gün göremeyeceğimiz bu manzara eşlik ediyor. Gülerek kalkıyoruz ve dört farklı noktadan varabileceğimiz o meşhur caddeye yollanmayı seçiyoruz.

    21.00 – O meşhur caddeye, “The Oxford Street”e varıyoruz. Londra’daki Nişantaşı diye kısaca tanımlayabileceğimiz bu kalabalık caddede, birçok ünlü markanın büyük mağazalarından restoranlara, barlardan meşhur İngiliz ‘pub’larına kadar ilginizi çekebilecek birçok farklı şeyi bulabilmeniz mümkün. Bir kıyısında Soho, dar sokaklarında da cep yakan kıyafetler satılıyor. Biz bir şeyler atıştırıp içebileceğimiz bir ‘pub’a girmeden de Londra’dan ayrılmak olmaz, diye düşünerek gözümüze kestirdiğimiz bir yere giriyoruz. Kulaklarımızda, Johnny Depp’in “Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street”in en başında söylediği şarkı çınlıyor: “There’s no place like London…” Soğuk havada mekan daha da sıcak görünüyor; ayrıca çok mutluyuz, çünkü insanlar kibar, yiyecek-içecek güzel ve günümüzü dünyanın en güzel şehirlerinden birini gezerek geçirdik. Şansı olanın kesinlikle kaçırmaması gereken bir fırsat!


    Londra’ya gitmeden önce

    Okuyun

    J.K. Rowling’den Virginia Woolf’a, Jane Austen’den Susan Hill’e birçok İngiliz yazarın eserini okuyabilirsiniz. “Hikayesi Londra’da geçen bir roman okumak istiyorum.” diyorsanız benim kişisel önerim; Neil Gaiman’dan “Neverwhere”.

    Dinleyin

    Tabii ki The Beatles ve The Smiths! Ayrıca, Londra’nın o bilindik havasına çok yakışacağı için yürüyüş yaparken dinleyebileceğiniz bir şarkı da söyleyeyim: İngiliz müzisyen Alex Turner’dan “Piledriver Waltz”.

    İzleyin

    Madonna’nın eski kocası, “Snatch” adlı çok sevilen İngiliz filminin yönetmeni Guy Ritchie’nin, Robert Downey Jr. ile Jude Law’u başrole taşıdığı harika Sör Arthur Conan Doyle uyarlaması “Sherlock Holmes”“Sherlock Holmes: A Game of Shadows” adlı bir devam filmi de bulunan seriye modern bir dokunuşu tercih ederseniz, Benedict Cumberbatch ve Martin Freeman’ın harikalar yarattığı BBC dizisi “Sherlock”a bir göz atmanızı öneririm. 

    *Blogumuzda yer alan bu yazının tarihi bazı güncellemelerden dolayı yeni görünüyor olabilir. Yazının içeriği yazarın kendi görüşünü yansıtmaktadır ve yazıda yer alan fiyat, ulaşım gibi bazı bilgilerin değişmiş olması mümkündür. Göz önünde bulundurmanızı rica ederiz.

    Bunlar da var!