İnterneti verimli, yönlendirici ve bilgilendirici biçimde kullanan büyük bir hayran kitlesine sahip Seul. Görmek ve yapmak istediğiniz her ne varsa forumlar sayesinde oldukça detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.
Gezi rotanızı belirledikten sonra tek ihtiyacınız herhangi bir metro istasyonundan alacağınız metro haritası (genelde turistik yerlere yakın istasyonlarda İngilizcesi de mevcut) ve yolculuk kartı. Artık Seul’u keşfetmeye hazırsınız. İstasyonlara girişte okuttuğunuz kartı çıkışta da mutlaka okutmanız gerektiğini unutmayın, o zaman “Vay merete bak, iki yer gezdik, ne zaman bitti bu kart?” diye düşünmek zorunda kalmazsınız. Zaten genelde okutmadan çıkış yapamayacağınız turnikeler mevcut. Bir musibet bin nasihatten hayırlıdır, ben ilk iki günümde bir haftada harcayacağım kadarını harcadığımdan çok iyi öğrendim.
Seul’un kışı sert ve kar yağışlı, yazı sıcak ve yağmurlu. Bahar mevsimleri turistik gezi için en makbul aylar. Tarihi ve kültürel anlamda gezi yapacağınız noktalar, müzeler haricinde genelde hep açık alan olduğundan mevsim seçimi önemli. Ne mutlu bana ki bütün mevsimlerini gördüm Seul’un. Namsan’ın kar manzarasının da, boğucu yaz sıcağında aniden inen yaz yağmurunun tadını da biliyorum.
O zaman şehrin merkezindeki Namsan Park’ta bulunan N Seoul (Namsan) Kulesi’yle başlayayım. Seul’un sembollerinden olan kule, kenti tepeden görme fırsatı sunuyor. Akşam vakitlerinde orada olursanız kuleye yansıtılan ışık gösterisini de izleme olanağı bulacaksınız. Namsan için “aşk yuvası” desem yanlış olmaz, genelde genç çiftlerden oluşan bir ziyaretçi grubu var. Kule içindeki duvarlara aşklarının tamama ermesi niyetiyle tahta plakalar asıyorlar.

Namsan’a gidiş yolu hafif derecede trekking parkuru olduğundan belli bir noktaya kadar spor yapan bolca insanlarla karşılaşabilirsiniz. Parkurun tümünde güzel manzara eşliğinde yol alabilirsiniz. Tırmanabilirsiniz. Biraz fazla tırmanabilirsiniz. Yorulursunuz. Biraz fazla yorulabilirsiniz. Yukarı çıkmak için teleferiği de kullanabilirsiniz. Yine de iniş veya çıkışta en azından bir yönde yürüme fırsatınız olursa zevk alacağınızı garanti ederim.
Bogeunsa Budist Tapınağı, kentin Gangnam bölgesinde yer alıyor. “Gangnam Style” şarkısından da ismini duymuş olduğumuz bu semt, İstanbul’un Nişantaşı’sı gibi. Oldukça lüks ve oldukça sosyetik. Tapınak alanına girdiğinizde ise birdenbire şehirden soyutlanıveriyorsunuz. Sanki karmaşık şehir merkezinden, sakin bir orman içine ışınlanmak gibi bir his.
Tapınakta turistler için 2 günlük “tapınak konaklaması” programları uygulanıyor. Kore Budizm’ini yabancılara tanıtmak amacı taşıyan bu programda iki gün boyunca oradaki rahibelerle, oradaki rahibeler gibi yaşıyorsunuz. Her ne kadar Tanrı misafiri gibi birdenbire kapılarında bitivermenin daha doğaçlama ve amaca uygun olduğunu düşünsem de, talep o kadar yoğun ki önceden rezervasyon yaptırmak gerekli.
Metronun “Euljiro-sam 3” durağında inerseniz, birbirine çok yakın ve birbirinden önemli üç tarihi yapıyı görebilirsiniz, sorun şu ki bu 3 yapıyı bir günde bitirmek mümkün değil.
UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan Changdeokgung Saray Kompleksi’ni (Doğu Sarayı) günde iki kere olan ücretsiz İngilizce turla kısa bir tarihi filmi izliyormuşcasına gezebiliyorsunuz. Rehberin anlattığı detaylar; gerçekten bir başınıza gezerken gözden kaçacak kadar küçük, ancak duyunca ağız dolusu bir “Aaaaa!” diyecek kadar şaşırtıcı. Mesela oldukça basit, hiçbir duvar, resim, mobilya veya süsleme olmayan, sadece 5-6 tane sütun olan geniş bir odaya geldiğimizde rehberimiz bize “Sizce burası ne olabilir?” diye sormuş, kimseden bir cevap çıkmamıştı. “Burası…” demişti rehber: “Kralın yatak odası! Bu oda paravanlarla küçük odacıklara bölünür, bu bölümlerde kralın hizmetlileri, aşçısı, doktoru, korumaları bulunur. Dahası kral her gece farklı bir bölmede uyur.” Bunca önlemin tek nedeni ise suikast korkusu. “Kral olmak da zor işmiş be arkadaş!” demeden edemiyor insan.

Gyeongbokgung Sarayı’nda (Cennet Tarafından Kutsanan Saray), Changdeokgung ile oldukça benzer yapılar bulunmakta birlikte, burada etkisinde kaldığım şey yapılar değil, bir boşluktu. Tabelayı okuduktan sonra eve döndüğümde konu hakkında bilgi edindim, hatta filmini bile izledim. “Eulmi Hadisesi” 1915’te Kore Kraliçesi Min’in bir grup Japon suikastçı tarafından öldürülüp cesedinin yakılması olayına deniyor. Kraliçe’nin öldürüldüğü bina olaydan sonra yanmış ve o gün bugündür tekrar inşa edilmemiş. Bu olayla ilgili günümüzde de halen çeşitli şüpheler sürüyor. Yenilikçi ve cesur bir yönetici olan Kraliçe’nin mevcut yönetici olan kayınpederiyle ters düşmesi, onu kovup kendi akrabalarıyla oluşturduğu yeni yönetim, kayınpederinin aksine izlediği dışa dönük siyasette Japon ve Çin dengelerini sağlamak amaçlı yapılan politik hamleler, bu ülkelerin amaçlarına aykırı taktikleri maalesef gün be gün kendisini faili meçhul ölümüne doğru yaklaştırmış. Kraliçe Min öldüğünde 43 yaşındaymış. İlgilenenler için, 2009 yapımı “The Sword With No Name”, Kraliçe Min’in hayatını lirik bir şekilde anlatan güzel bir film.
Jongmyo Shrine, Konfüçyüs geleneklerini devam ettiren en eski kutsal mekan olması nedeniyle 1995 yılında UNESCO’nun koruması altına alınmış. Merhum kral ve kraliçelerini anmak üzere yapılan kutsal ritüeller günümüzde de devam ettiriliyor. Eski Kore geleneklerine göre merhum kişinin ölüm yıl dönümünde tütsüler yakılıyor, yiyecek ve içecek ikram edilip sunağa doğru secde edilir pozisyonda selam veriliyor (Bu saygı secdesi, mertebe sahibi kişilerin önünde bir kez, vefat etmişse iki kez, Buda karşısında ise üç kez yapılıyormuş). Bu uygulama, kral ve kraliçelerde daha gösterişli olup orkestra eşliğinde müzik, dans gösterileri de yapılıyor.
Jongmyo Shrine, büyük çaplı anma törenlerine ev sahipliği yaptığından içinde gezilecek görülecek güzel detaylar var. Buradaki ağaçların gövdesi neden böyle parlak duruyor diye dokunma gafletine düştüm. Açık havada sinekleri yakalasın diye ağaçların gövdesi boyunca yapışkan bir bant çekilmişti, değilse orası yaz günü sinekten geçilmezmiş. Ama öyle böyle bir yapışkan da değildi hani; sabun, sıvı yağ, aseton denemelerimden sonra bile çıkaramayıp, dört gün sonunda bir eczaneden yardım almak zorunda kaldım.
Çay merakım dünyanın her yanında beni kendine çekiyor ve tabii çay deyince akla gelen ülkeler arasında Asya ülkeleri ilk sıralarda yer alıyor. Seul’de bir çay müzesi olduğunu öğrenince, kulağımın kenarında çıkan düşünce baloncuğunun içi, çay seramonilerinde kullanılan çeşitli araç gereçlerle doluverdi, ona keza, müzeyi gezdiğim ilk bir saat içinde cüzdanım da boşalıverdi.
Çay müzesinin bulunduğu Insadong bölgesi, Seul’un en önemli kültür ve sanat merkezlerinden biri. Joseon Hanedanlığı (1392-1910) döneminden beri sanatçılara özel bir bölge olarak tanınmış. Kaligrafi, çizim, resim, seramik, dokuma gibi Kore kültürüne özel eşsiz parçaları bulmanız mümkün. İster paha biçilmez koleksiyon eserleri olsun, ister günlük kullanım için tercih edilebilecek sevimli aksesuarlar olsun geniş bir ürün yelpazesine sahip ufak tefek dükkanlar caddenin her tarafına serpilmiş, ziyaretçilerini bekliyor. Insadong aynı zamanda sene içinde birçok sanat sergilerine ve kültür festivallerine de ev sahipliği yapıyor.
Antik bitkisel ilaç pazarı ise, her derde deva antik Çin tıbbını halen aynı haliyle muhafaza edip günümüzde de pek çok müdavimi olan bir pazar. Sizi muayene eden “Han Iysa”, alternatif tıp doktoru; şikayetlerinizi dinleyerek, beslenme alışkanlıklarınızı ve alerjilerinizi göz önünde bulundurarak, göz ve ten renginize bakarak, saç ve tırnak kalitenizi kontrol ederek size şifalı bitkilerden karışımlar hazırlıyor. Sıvı halinde olan bu karışımlar vakumlu tek kullanımlık paketler halinde evinize kargolanıyor. Bizdeki aktarlığın biraz daha sistematik hali de diyebiliriz. Bu pazarın en önemli ürünü “Ginseng”. Asya ülkelerinde çok lüks ve şifalı bir bitki olarak görülen Ginseng’in en iyi kalitesinin Kore’de üretildiği konusunda birçok kişi hem fikir. “Ben bilmediğim şeyi ağzıma sokmam!” diyenler için ise bilmediği şeylerin fotoğrafını çekme konusunda bir cennet diyebiliriz.
Seul Ulusal Müzesi, en azından bir gününüzü ayırmanız gereken bir yer. Oldukça büyük ve görkemli bir müze. Gezerken defalarca mola vermek zorunda kaldım. Bu arada gittiğim hafta Türkiye’den tarihi eserler sergileneceğinden bina önündeki göndere Türk bayrağı çekilmişti. Duygulandım doğrusu, yaban ellerde sergileniyor eşsiz kültürümüz… Müze girişinde en uzun kuyruk “İstanbul’un Kralları” isimli salonun önündeydi. Bir Türk olarak Seul’de böyle bir manzarayla karşılaşmak paha biçilmez.

Seul Savaş Müzesi de bir o kadar büyük olup, sadece Kore Savaşı ile ilgili değil, antik ve modern tüm savaş teçhizatlarını içeriyor, uçaklar için bahçede özel bir yer ayrılmış. Koreliler biz Türkleri savaştan elbette hatırlıyor. Ama Türk olduğumu söylediğimde ilk aldığım, sonradan da birkaç kere daha duyduğum tepki beni çok şaşırtmıştı: “Aaa Türkiyeeee. Fenerbahçeeee. Yun Kyung Kim’i tanıyor musun? Çok iyi voleybolcudur o!” Dünyaya mal olmuş sporcularına, sanatçılarına ve oyuncularına çok değer veriyor Koreliler. Bırakın sporla ilgili konulara aşina olmamamı, tanımadığım gerçeğini söylemeye cesaret edemeyecek kadar çok hem de…
Kore’den bahsedilir de, Kimchi‘den bahsedilmez mi? Kimchi, Korelilerin meşhur turşusudur. Birçok çeşidi vardır, hemen hemen her türlü sebzeden hazırlanır ancak en tanınmış olanı beyaz lahana ve beyaz turptan yapılanıdır. Kimchi’nin sotesi, çorbası, yahnisi, krepi de yapılır. Tazesi de vardır, eskitilmişi de… Kore mutfağının en temel besin öğelerinden biri olup biz yabancılar arasında genelde kokusuyla ünlüdür. Kokuyu tarif etmek yerine, kimchi için hazırlanan özel buzdolapları olduğunu söylesem yeter herhalde. Kuş gribi olduğu yıllar, diğer Asya ülkelerine göre Kore’nin daha az kayıp verme sebebinin kimchi olduğunu düşünenler bile var.

Ddeokboki (pirinç keki) de temel atıştırmalıklardan biri olup seyyar satıcılarda olsun, lokantalarda olsun çok kolay bulabileceğiniz bir yemek. Acılığı konusunda sizi baştan uyarmalıyım, çünkü göründüğü kadar masum değil. Özetle, Kore yemeği yemek istiyorsanız ve acıyla aranız iyi değilse her ne sipariş verirseniz verin acı olmaması konusuna özellikle değinin derim.
Gezdim, yoruldum, fotoğraf çektim, alışveriş yaptım, yemek yedim, güldüm, şaşırdım, yandım, ıslandım derken Seul’un ne kadarını gezmişimdir dersiniz? Yüzde 20’yi geçmez sanırım. Şehrin tümünü gezmek günler, gördüklerimi yazmak sayfalar alır. Bu durumda blog değil, kitap yazsam bile hakkını veremem bu güzel şehrin…