Letonya’nın tarih ve kültürle bezeli şık başkenti
Şehrin ilk kuruluşu 1201 yılına dayanıyor. Alman piskopos Albert tarafından kurulan Riga, kısa sürede ticaret gemilerinin uğrak noktası olmuş. Orta Çağ’da Hansa Birliği’ne katılan Riga’nın zenginliği, “Vecrīga” denilen tarihî merkezindeki anıtsal yapılardan görülüyor. Bu bölge UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde ve mimari güzelliği ancak Viyana, St. Petersburg veya Barselona ile kıyaslanabilecek ölçüde zengin art nouveau yapılarıyla ünlü. Özellikle 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında şehirde inanılmaz bir imar patlaması yaşanmış; 800’den fazla art nouveau tarzında binası ile Riga, dünyada bu mimari üslubun en yoğun görüldüğü şehir hâline gelmiş durumda. “Art nouveau” dediysek, abartmıyoruz: Bina cepheleri çiçek motifleri, mitolojik figürler ve zarif kabartmalarla âdeta bir sanat eserini andırıyor. Alberta ve Elizabetes sokaklarında yürürken kafanızı kaldırıp bu binaları izlemeye doyamayacaksınız.
Geçmişten bugüne Riga
Riga’nın tarihine yön veren olaylar arasında, farklı imparatorlukların izlerini görmek mümkün. 1560’larda Polonya-Litvanya Birliği yönetimine giren şehir, 1621’de İsveç egemenliğine geçmiş. Ardından 1700’lerde Büyük Kuzey Savaşı ile Rus Çarlığı’nın parçası olmuş. Bu çok katmanlı yönetimler, Riga’ya Almanca, İsveççe, Rusça derken çok dilli ve çok kültürlü bir miras bırakmış. 20. yüzyılda Riga önce 1918’de kısa bir bağımsızlık yaşadı, ancak 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası egemenliği altına girdi. Savaş sonrasında Sovyet döneminde Letonya’nın başkenti olan Riga, 1991’de bağımsız Letonya’nın başkenti hâline geldi. 1989’daki Baltık Zinciri protestosunda, Riga’nın Özgürlük Anıtı etrafında toplanan yüzbinler el ele vererek komşu başkentlere uzandı. Bugün Riga sokaklarında gezerken Özgürlük Anıtı’nı görebilir, üstündeki “Tevzemei un Brīvībai” (Vatan ve Özgürlük için) yazısını okuyup Leton halkının bağımsızlık mücadelesini tanık olabilirsiniz.
Art Nouveau’dan Avangart’a sanatla iç içe Riga

Riga, “Kuzeyin Paris’i” lakabını boşuna almamış. Özellikle mimari ve sanat anlamında ziyaretçilerine çok şey sunuyor. İlk olarak, art nouveau meraklıları için Riga Art Nouveau Müzesi bir cennet. Bu müze, 1903 tarihli bir apartman dairesinde kurulmuş ve dönemin orijinal dekorasyonuyla sizi zamanda yolculuğa çıkarıyor; ünlü spiral merdivenin fotoğrafını çekmeden çıkmayın deriz. Şehrin sanat damarı sadece art nouveau ile sınırlı değil: Letonya Ulusal Sanat Müzesi, klasik Leton ressamlarının eserlerinden Sovyet dönemi avangart çalışmalarına uzanan zengin bir koleksiyona sahip. Müzenin kendisi de 1905 tarihli etkileyici bir binada, üstelik yakın zamanda restore edilip çağdaş bir yeraltı galerisi eklenmiş. Tarihe ilgi duyanlar için Letonya İşgal Müzesi mutlaka görülmeli. Siyah bir küp şeklindeki bu modern müze binası, içeride Letonya’nın 1940-1991 arasındaki Sovyet ve Nazi işgali döneminin hikâyesini çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Merkezde gezerken, House of the Blackheads gibi yapılar da dikkatinizi çekecek; 14. yüzyılda tüccar loncası binası olan bu yapı, II. Dünya Savaşı’nda yıkılmış ama orijinaline sadık kalınarak yeniden inşa edilmiş göz alıcı bir eser. Birkaç adım ötede, göğe yükselen Aziz Peter Kilisesi kulesi size yön duygusu verecek – dilerseniz asansörle çıkarak muhteşem bir şehir manzarası seyredebilirsiniz. Riga ayrıca art nouveau dışında ahşap mimarisi ile de meşhur; şehir merkezi dışında bazı mahallelerde 19. yüzyıldan kalma oyma süslemeli ahşap evler göreceksiniz ki bunlar Letonya’nın mimari mirasının önemli bir parçası.
Popüler kültürde Riga
Tarihi ve güzelliğiyle pek çok esere ilham veren Riga, bazen “Kuzeyin Paris’i” olarak anılsa da artık kendi özgün kimliğiyle pop kültürde yerini alıyor. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sonrası Riga’da geçen İsveçli yazar Henning Mankell’in “Kurt Wallander: Riga’nın Köpekleri” adlı polisiye romanı oldukça ünlüdür ve 2012’de İngiliz televizyonuna uyarlandı; dedektif Wallander bu hikâyede Riga sokaklarında macera yaşıyor.