More

    “Avrupa’nın başkenti” Brüksel

    Ailemle birlikte çıktığımız Avrupa seyahati sırasında gittiğimiz yerlerden biriydi Brüksel. Uzun zaman önceydi. Hava karardıktan sonra varış yapmıştık şehre ve girer girmez bir ışık şöleni karşılamıştı bizi adeta. Hani bizde birer tane sokak lambası koyulur ya sırayla, burada yetmemiş hep 3’er katlı. Sokak lambası var, binaların ortasına çakılmış sokak lambaları var, binaların üstüne koyulmuş sokak lambaları var. Var da var… Almanyalı rehberimize (Alman değil, Almanyalı :)) “hayırdır neden böyle” diye sorduğumda aldığım cevap çok daha ilginçti: “Neden olacak! II. Dünya Savaşı sonrasında imzalanan bir anlaşmaya göre Belçika’nın tüm elektriğini Almanya ödüyor da, ondan” diye cevap vermişti.

    Elif Değirmenci (Mühendis)
    Elif Değirmenci (Mühendis)
    1988 yılında Ankara'da doğdu. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini Endüstri Mühendisliği üzerine aldı. 2009 yılında THY bünyesine katılan Değirmenci, şu anda Uçuş Planlama biriminde görevine devam etmektedir. Değirmenci, 40'tan fazla ülke ve 100'ün üzerinde şehri görme fırsatı buldu. Yeni yerler keşfetmeyi, ve yeni insanlar tanımayı bir yaşam tarzi haline getiren Değirmenci, gezip gördüklerini çeşitli dergilerde yayımlanan gezi yazılarıyla herkesle paylaşıyor. Aynı zamanda çeşitli üniversitelerde Stratejik Yönetim, Proje Yönetimi ve Havacılık Yönetimi dersleri vermektedir. 3 çocuk annesi olan Değirmenci, İngilizce ve Fransızca biliyor.

    Bizde bir tabir vardır, “bizim zamanımızda buralar hep bağ bahçeydi, dutluktu” diye. Brüksel’in bulunduğu yer de aynı onun gibi bataklıkmış eskiden, kurutulmuş ve Brüksel kurulmuş üstüne. Zaten kelime anlamı da “bataklığın içindeki yer” demekmiş. O bataklık bugün Avrupa’nın başkenti. Nereden nereye…

    Enteresan bir şehir Brüksel; öyle ki kimileri hayran kalırken bu şehre, kimileri “vakit kaybetme boş yere” diyebilir size. Ben ise nötr durumdayım. Hani koca Avrupa’ya başkent olmuş, yetmemiş NATO Merkez Karargâhı olmuş, olmuş da olmuş. Görmemek ayıp, fazlası ziyan olur. 🙂

    Biraz Ankara’ya benzetiyorum ben Brüksel’i. Düzenli, bürokratik. Dünyada en çok büyükelçilik bulunan kent de Brüksel bu arada. Gezilecek yerlerin birçoğu da haliyle bürokratik.

    Brüksel’e gelen her turistin ilk uğradığı yer olan Grand Place gerçekten keyifli bir meydan. Gündüz kafeler insanlarla dolup taşıyor, geceleriyse Grand Place’nin üzerinde müzik eşliğinde ışık oyunlarıyla büyülü bir atmosfer oluşuyor.

    Bu meydan, 1600’lerin sonunda 14. Louis’in emri üzerine Fransız ordusu tarafından bombalanmış ve çok büyük hasar görmüş. Yıllar sonra bugün meydanda hep Fransızca konuşuluyor, Fransızca duyuluyor. Dünyanın halleri işte…

    Meydana gelmişken birçok müzeyi de gezebilirsiniz, şayet müzeler ilginizi çekiyorsa. Kakao ve Çikolata Müzesi çikolata aşığı biri olarak beni tabii ki en çok cezbeden… Meydandaki, Belediye Binası dâhil, binaların çoğunun üstü de bu altınlarla kaplı. Brüksel Şehir Müzesi (City of Brussels Museum) ve Brüksel Kostüm ve Dantel Müzesi’ne (Brussels Museum of Costume and Lace) de ev sahipliği yapıyor meydan, müze gezmek isteyenlere kompakt bir alan sunuyor.

    Brüksel’de gezilecek yerler hep insan yapımı ve heykellerle dolu bu şehir. Herkesin, her şeyin heykeli dikilmiş sanki. Bunlardan en meşhuru da Manneken Pis, yani “işeyen çocuk” heykeli. Meydanda biraz ilerleyip içerilere girince karşılaşımıza çıkıyor bu heykel. Rehberimizin anlattığı hikâyeye aklıma geldikçe halen gülüyorum. Bu heykel 2. Dünya Savaşı sırasındaki bir olayı simgeliyormuş halkın inandığı efsaneye göre. Tam bir bombanın fitili ateşlenmiş ki küçük bir çocuk gelip bombaya işemiş, fitilin ateşi sönmüş ve Brüksel için savaş o an bitmiş. Anısına da bir heykel dikilmiş. Bunun gibi birkaç efsane daha anlatılageliyor şehirde. Hangisine isterseniz ona inanın. Küçücük bir heykel aslında ama 5 kere çalınarak bir rekora imza atmış bu konuda. Özel gün ve festivallerde bir de giydiriyorlar bu ufaklığı. Toplamda 700’e yakın kostümü varmış bu heykelin; yukarıda bahsettiğim kostüm müzesi de bu kostümleri sergilemek için var zaten.

    Ola ki bir daha, bir daha gelmek istiyorum derseniz bu şehre, bu meydana; bunun için de bir efsane var sizin için. Belediye Binası’nın hemen yanı başında ayakucunda bir köpekle uyuyan pirinç kadın heykeli Everard t’Serclaes’in eline dokunanların Belçika’ya bir daha gelmeyi garantilediklerine inanıyorlar. Devamında cennetten arsa gelir mi bilmem. 🙂 Ama Belçika o kadar iyi bir yerde duruyor ki coğrafik anlamda, Amsterdam 2 saat ve Paris 1,5 saat uzaklıkta. Her türlü bir kez gelip görmeye değer yani. İster Brüksel’den diğer yerlere uzanıp, ister diğerlerinden Brüksel’e ulaşıp geniş bir seyahat de düşünülebilir.

    Belediye Binası demişken… Hikâye bu ya; binanın mimarı eserini tamamladığında bir tarafının diğer tarafa göre daha dar kaldığını farketmiş ve intihar etmiş.

    Atomium da yine iyi pazarlanan hand made’lerden. Aynı Eyfel gibi bir fuar için 1958’de yapılmış. Görmedim demezsiniz.

    Ben şehirlerin turistliğinden sıyrılmayı, gerçeğini yaşamayı çok seviyorum. Bunun için de mümkünse gittiğim yerin pazarını, hastanesini, okulunu, üniversitesini de ziyaret etmeye çalışıyorum. Siz de böyle bir yaşanmışlık katmak isterseniz anılarınıza; Gare Du Midi, Marolles ve Sablon şehirdeki ünlü pazarlardan. Buralardan meyvenizi alıp hem halka karışmış hem de öğününüzü daha uygun fiyata getirmiş olursunuz.

    Bizim çocuklarımız ne kadar bilir, onlar için ne kadar anlamlı olur bilmem ama beni gerilere götüren ve gülümseten bir müze de var burada: Centre of Comic Strip Art. Red Kit, Tintin gibi birçok çocukluk kahramınımız boy gösteriyor bu müzede de.

    St. Michael ve St. Gudula Katedrali de yine turist ruhuyla görülebilecek yerler arasında.

    İlerlemeye devam ettikçe, şehrin periferisinde bir yerlerde başka bir şehir çıkıyor karşımıza. Burası küçük bir Emirdağ sanki… Afyon’dan toplamış tası tarağı gelip bir şehir kurmuşlar Brüksel’de bizim Türkler. Yaşayanı Türk, bakkalı Türk, manavı Türk, kasabı Türk, kahvesinde oturanı Türk… Hemen girdik muhabbette, selamlaştık oturduk. Sonra bizim genç Türklerden birini attık arabaya, birlikte gezdik o saatten sonra. Seviyorlar orayı, orada yaşamayı. Birlikte olmak kolaylaştırır ya her zaman, şanslı gördüm ben onları diğer birçok ülkedeki gurbetçi vatandaşlarımıza göre.

    İstanbul’a gezmeye gelenler bilirler, Miniatürkümüz vardır bizim. Severim ben Miniatürk’ü. İşte onun bir benzeri Brüksel’de de var. Hangisi daha önce yapılmış, kim kimden esinlenmiş merak edip araştırdım, bir 10 yıl sonra yapmışız biz Miniatürk’ü. Avrupa’dan yaklaşık 350 minyatürün sergilendiği Mini Europe isimli parkı gezmek de eğlenceli olabilir.

    Çok fazla zaman ayırmaya gerek yok Brüksel’e, bir haftasonu bile gidilebilir şehri keşfetmeye.

    Yeter ki güneş havada, havanız yerinde olsun…

    *Blogumuzda yer alan bu yazının tarihi bazı güncellemelerden dolayı yeni görünüyor olabilir. Yazının içeriği yazarın kendi görüşünü yansıtmaktadır ve yazıda yer alan fiyat, ulaşım gibi bazı bilgilerin değişmiş olması mümkündür. Göz önünde bulundurmanızı rica ederiz.

    Bunlar da var!