More
    Ana SayfaSeyahat fikirleriTarihTroya Antik Kenti'nin ölümsüz öyküsü

    Troya Antik Kenti’nin ölümsüz öyküsü

    Çanakkale yakınlarındaki mütevazı bir höyük, 19. yüzyıla dek sıradan bir arazi parçasıydı. Oysa bu tepenin altında, “İlyada” ve “Odysseia” destanlarına ilham veren, insanlık tarihinin en büyük hikâyelerinden birinin sahnesi yatıyordu. Troya Antik Kenti, bugün sadece bir arkeolojik alan değil, aynı zamanda Homeros’un ölümsüz dizeleriyle zihinlere kazınan mitolojik bir merkez, çağlar boyu farklı kültürlerin kendine kök aradığı bir kimlik kaynağı ve bilimsel arkeolojinin filizlendiği eşsiz bir mekân. Bu yazıda Troya’nın mitolojik efsanelerdeki yerinden Homeros’un onu ölümsüzleştiren diline, arkeolojik keşiflerinden dilimizdeki kalıcı izlerine ve günümüzdeki yaşantısına dek her yönüyle Troya’yı keşfe çıkıyoruz. Siz de Troya’yı kendiniz keşfetmek isterseniz, Çanakkale uçak bileti alabilir, antik kent ziyareti sonrasında bölgeye ait kalıntıların sergilendiği Çanakkale Troya Müzesi’ni ziyaret edebilirsiniz.

    Turkish Airlines Blog
    Turkish Airlines Blog
    With this account, managed by our writer team, we welcome all who love travel and exploration to enjoy these blog posts. And we gently remind our readers of the delight to be found in 'hitting the road'. As Tolstoy said: “All great literature is one of two stories; a man goes on a journey or a stranger comes to town.”

    Troya Antik Kenti’nin mitolojik efsanelerdeki yeri

    Antik Yunan vazosu üzerinde Achilleus ve Memnon sahnesi.
    Antik Yunan vazosu üzerinde Achilleus ve Memnon sahnesi.

    Troya’nın Antik Kenti’nin ünü, onu çevreleyen zengin mitolojik anlatılardan geliyor. Antik dünyanın en büyük destanlarından sayılan Troya Savaşı, üç bin yıldır dilden dile aktarılagelen bir öykü. Bu efsane; aşk ve ihanet, cesaret ve tutku dolu, unutulmaz karakterlerle örülü bir destan aslında. Öykünün kalbinde, Ege Denizi’nin karşı yakasında, Paris adında bir prensin Sparta Kraliçesi Helena’yı kaçırması üzerine patlak veren on yıllık devasa bir savaş var. Anlatıya göre tanrıçalar arasındaki güzellik yarışmasında Paris, Hera’nın dünya hâkimiyeti, Athena’nın bilgelik ve savaşta yenilmezlik vaatlerine karşın Aphrodite’in dünyanın en güzel kadını Helen’i sunmasıyla onu seçer. Paris, Helen’i Sparta’dan kaçırıp Troya’ya getirince, Helen’in kocası Kral Menelaos’un öfkesi Akha dünyasını ayağa kaldırır ve intikam için sayısız gemi Troya sahillerine yelken açar. Böylece “uğruna bin gemi kaldırılan kadın” Helen yüzünden Troya, on yıl boyunca kuşatma altında kalır. On yılın sonunda, savaşın kaderi kurnaz bir planla değişir. Akha kahramanı Odysseus’un zekice hilesiyle, tahta bir Truva atı yapılır ve içi en cesur Akha askerleriyle doldurulur. Akha ordusu geri çekilmiş gibi yaparak bu dev atı Troya’nın kapısına bırakır. Troyalılar, düşmanın çekildiğini sanıp ahşap atı zafer ganimeti olarak içeri alırlar. O gece atın içindeki Akha askerleri gizlice çıkarak şehrin kapılarını açar ve geri dönen Akha ordusuna Troya’yı teslim ederler. On yıl süren onurlu direniş, bir gecede hile ile sona erer. Troya Antik Kenti düşer, krallık yok edilir. 

    Troya Antik Kenti’nin yıkılışının ardından mitoloji burada noktalanmıyor. Yıkımdan kurtulan birkaç Truvalıdan biri, savaşın asil kahramanlarından Aeneas. Anlatıya göre tanrıça Afrodit’in oğlu olan Aeneas, babası ve küçük oğlunu yanına alarak alevler içindeki şehirden kaçmış. Akdeniz’in ilk sığınmacısı gibi görülen Aeneas’ın bu kaçışı, aslında yeni bir destanın başlangıcı. Gemilerle denize açılan Aeneas, uzun ve maceralı bir yolculuğun ardından İtalya topraklarına ulaşıp Roma medeniyetinin nüvesini oluşturacak halkın atası hâline gelmiş. Romalı şair Vergilius’un Aeneis destanında anlatılan bu hikâyede, Troya’nın küllerinden yükselen Aeneas’ın soyu Alba Longa ve nihayetinde Roma şehrini kurmuş. Böylece yenilmiş Troyalılar, yeni bir milletin kurucu ataları haline gelmişler.

    Troya efsanelerinin en etkileyici devam öykülerinden biri ise kuşkusuz Odysseus’un on yıl süren eve dönüş yolculuğu, yani Odysseia. Homeros’un ikinci büyük destanı, savaşın ardından Odysseus’un türlü engeller, tanrılar ve canavarlarla dolu yolculuğunu konu alıyor. Troya Savaşı’nı sona erdiren tahta at fikrinin de sahibi olan Odysseus, sabrın, stratejinin ve insan iradesinin sembolü. Öyle ki bugün dahi Odysseus’un hikâyesi anlatılmaya devam ediyor. Üstelik modern sinema da bu mirası sürekli kullanmaktan imtina etmiyor. Homeros’un destanı bugüne dek sayısız kez beyaz perdeye ve televizyona uyarlandı; doğrudan Odysseus’un maceralarını anlatan yapımların yanı sıra, ondan esinlenen modern yorumlar da üretildi. Şimdi ise bu zincire yeni ve iddialı bir halka ekleniyor. Christopher Nolan’ın 2026’da vizyona girmesi planlanan The Odyssey filmi, Odysseus’un yolculuğunu epik bir anlatımla yeniden sinemaya taşıyacak.


    Arkeolojik keşifler ve Troya kazılarının tarihi

    Troya Antik Kenti’nden günümüze ulaşan taş kalıntıları.
    Troya Antik Kenti’nden günümüze ulaşan taş kalıntıları.

    Troya’nın efsanelerden çıkarılıp maddi gerçekliğe kavuşması, 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşti. O döneme dek Troya Savaşı, çoğu kişi için yalnızca bir masaldı. Fakat Frank Calvert adında bir İngiliz diplomat ve amatör arkeolog, Çanakkale Boğazı yakınlarında Hisarlık adı verilen bir tepeciğin altında efsanevi Troya Antik Kenti’nin yatıyor olabileceğine inanıyordu. Calvert, 1860’larda kendi arazisinin bir kısmını kapsayan Hisarlık’ta ufak çaplı sondajlar yapmış ve umut verici buluntularla karşılaşmıştı. Ne var ki kazılarını genişletecek maddi imkânlardan yoksundu. 1868’de bölgeye gelen Alman maceracı Heinrich Schliemann, elinde Homeros destanları ve aklında büyük bir şöhret arzusu ile Troya’yı aramaya koyuldu. Calvert’ın misafir ettiği Schliemann, aradığı finansal güce ve hırsa sahipti. İkili anlaştı ve sonunda Schliemann, 1870 yılında Troya olduğuna inandığı Hisarlık tepesinde büyük ölçekli kazılara başladı. Schliemann’ın kazı yöntemi, bugünün standartlarına göre son derece tahripkârdı. Amacı bir an önce destanlardaki zengin şehri ve “Priamos’un hazinesini” bulmaktı. Bu hırsla, Hisarlık tepesine 80 metre uzunluğunda, 14 metre derinliğinde dev bir yarma hendeği kazdırdı. Dinamit bile kullanarak adeta tepeyi ortadan ikiye kesti ve ne yazık ki gerçek Troya’ya ait üst katmanların bir kısmını bilmeden tahrip etti. Yine de Schliemann kısa sürede farklı kültürlere ait olan katmanları ayırt etmeyi başardı. 1873’te Schliemann, Homeros’un anlattığı şehir sandığı tabakada muazzam altın ve bronz eserler buldu. Bunları “Priamos’un Hazinesi” olarak ilan etti ve gizlice Osmanlı topraklarından kaçırarak Avrupa’ya götürdü. Hazinenin içinde taçlar, kolyeler, küpeler ve başlıklar bulunuyordu. Schliemann, bu takıları genç eşi Sophia’nın üzerine taktırıp fotoğrafını çekti. Bugün hâlâ arkeoloji tarihinin en bilinen karelerinden biri olan bu fotoğraf, Sophia’yı adeta Troya kraliçesi gibi altınlarla süslenmiş hâlde gösteriyor.

    Sophia Schliemann Troya kazılarından çıkan altınlarla.
    Sophia Schliemann Troya kazılarından çıkan altınlarla.

    Tüm hatalarına rağmen Schliemann’ın girişimi, dünya tarihinde bir dönüm noktası sayılıyor. Çünkü Schliemann, efsanevi Troya Antik Kenti’nin yerini somut olarak ortaya koyarak mitolojiyi haritadaki bir noktaya sabitledi. Hisarlık tepesinden çıkan şehir kalıntılarını dünyaya “Troya” diye ilan etti ve o güne dek sadece kitaplarda yaşayan bu kadim kenti kamuoyunun gündemine taşıdı. Troya kazıları sayesinde arkeoloji, ilk kez büyük kitlelerin merakla takip ettiği bir uğraş haline geldi. Schliemann’ın deneyimleri kazı bilimine öncülük etti. Aynı zamanda bu kazılar, arkeolojinin yalnızca akademik çevrelerin ilgi alanı olmaktan çıkıp geniş bir toplumsal etki yarattığını gösterdi. Schliemann’ın ortaya çıkardığı buluntular, geçmişin yalnızca metinlerle değil, somut kalıntılarla da araştırılabileceğini kanıtladı. Bu durum, hem arkeolojiyi bilimsel bir disiplin olarak güçlendirdi hem de kültürel mirasın korunması ve anlaşılmasına yönelik farkındalığı artırdı. Troya’dan öğrenilen dersler, arkeologların tabakalar halinde kazı yöntemlerini geliştirmesine katkı sağladı. Onun ardından kazıları devralan Alman mimar Wilhelm Dörpfeld (1893-94) ve Amerikalı arkeolog Carl Blegen (1932-38), Troya Antik Kenti’nde daha bilimsel yöntemlerle çalışarak şehrin tarihine dair önemli bulgular ortaya koydular. Dörpfeld, Schliemann’ın atladığı üst tabakalara odaklanarak Troya VI olarak adlandırılan katmandaki görkemli surları gün ışığına çıkardı ve Homeros’un anlattığı şehrin bu katman olabileceğini söyledi. Blegen ise sonraki kazılarda 46 ayrı yapı evresi saptayarak Troya’nın kesintili de olsa MÖ 3000’lerden Roma dönemine uzanan katman yapısını ortaya koydu. Blegen, Troya VIIa tabakasının bir savaş ve yangınla yıkıldığını belgeleyip bunu Troya Savaşı ile ilişkilendirdi. Böylece bir zamanlar efsane sanılan savaşın, arkeolojik kayıtlarda da karşılık bulabileceği ilk kez ciddi şekilde önerilmiş oldu.

    Troya Antik Kenti kazılarının modern çağa uzanan en önemli dönüm noktası, 1988 yılında başladı. Yaklaşık 50 yıllık bir aradan sonra, Tübingen Üniversitesi’nden Prof. Manfred Osman Korfmann liderliğinde uluslararası bir ekip Troya’da kazıları yeniden ele aldı. Korfmann, çağdaş bilimsel yöntemleri ve teknoloji destekli araştırmaları Troya’ya uygulayarak kentin gerçek ölçülerini ve önemini anlamaya çalıştı. Özellikle jeofizik araştırmalar ve geniş ölçekli kazılarla, Troya’nın sadece höyük üzerindeki küçük bir kale olmadığını, eteklerindeki ovaya yayılan büyük bir aşağı şehri olduğunu kanıtladı. 1990’larda yapılan manyetik taramalar ve kazılar, şehir surlarının dışında geniş yerleşim izleri ve bir hendek ortaya çıkardı. Korfmann’ın bulgularına göre Tunç Çağı’nda Troya Antik Kenti, daha önce zannedilenden 15 kat daha büyük bir alana yayılıyordu. Bu da Troya Antik Kenti’nin o dönemde Çanakkale Boğazı çevresindeki ticaret yollarını kontrol eden stratejik bir liman kenti olarak büyük bir rol oynadığını düşündürdü. Korfmann, Troya’nın önemini vurgulamak ve kültürel mirasını tanıtmak için de yoğun çaba harcadı. 2001 yılında Avrupa’da büyük ses getiren “Troia: Düş ve Gerçek” sergisini düzenleyerek yaklaşık 800 bin ziyaretçiyi Troya buluntularıyla buluşturdu. Yine Korfmann’ın girişimleriyle, Troya’nın bulunduğu bölge 1996’da Tarihi Milli Park ilan edildi. Devamında 1998 yılında Troya, UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne kabul edildi. Bu sayede Troya Antik Kenti, dünya çapında koruma altına alınmış evrensel bir değer olarak tescillendi. Korfmann’ın 17 yıl süren kazı başkanlığı boyunca Troya, bilim dünyasında ve kamuoyunda yeniden büyük ilgi odağı hâline geldi, onun çalışmaları Troya efsanelerine olan tutkuyu yeniden alevlendirdi ve kente yönelik turizmde patlama yaşandı. Gerçekten de Troya kazıları sayesinde Çanakkale bölgesine gelen ziyaretçi sayılarında belirgin artışlar kaydedildi. Örneğin 2018’de, yani Troya’nın UNESCO listesine girişinin 20. yılında, düzenlenen “Troya Yılı” kampanyasıyla bölgeye gelen turist sayısında yaklaşık %50 artış gerçekleşti.

    Korfmann’ın 2005’te vefatının ardından Troya kazılarının sorumluluğu Alman ekipten Türk bilim insanlarına geçti. 2013 yılından itibaren Troya Antik Kenti kazılarının başkanlığını, yıllardır bu projede yer almış olan Türk arkeolog Prof. Rüstem Aslan yürütüyor. Böylece ilk defa bir Türk ekibi Troya Antik Kenti’nin bilimsel araştırmasını devralmış oldu. Rüstem Aslan liderliğinde kazılar ve araştırmalar devam ederken, Troya’nın kültürel mirasını geniş kitlelere anlatmak üzere popüler yayınlar da yapılıyor. Aslan’ın kaleme aldığı Yeni Başlayanlar İçin Troya (2018) gibi kitaplar, bu mirası halkın anlayacağı dille aktarmayı hedefliyor. Onun öncülüğünde Troya yalnızca bir kazı alanı olmaktan çıkıp konferanslar, kitaplar ve müze projeleriyle Türkiye’nin dünyaya açılan kültürel bir vitrini hâline gelme yolunda. Bu süreçte bir kavram karmaşasına da açıklık getirildi. Türkçe’de uzun yıllar Fransızca etkisiyle “Truva” ismi kullanılırken, bilimsel literatür ve resmi tanıtımlarda “Troya” kullanımı benimsendi. Bugün destanı hatırladığımızda hâlâ “Truva Atı” demeye alışkınız ama akademik ve uluslararası kullanımda “Troya” adı öne çıkıyor.


    Troya’nın günümüze bıraktığı izler

    Çanakkale’de sergilenen ahşap Truva Atı heykeli, Troya destanının en bilinen sembollerinden.
    Çanakkale’de sergilenen ahşap Truva Atı heykeli, Troya destanının en bilinen sembollerinden.

    Troya destanının karakterleri ve olayları, dilimizde ve dünya kültüründe kalıcı izler bırakmış. Bunların başında “Truva atı” geliyor. Truva atı, bugün bir bilgisayar virüsünden politik bir entrikaya kadar pek çok bağlamda kullanılan evrensel bir deyim. Sinsi bir plana ya da içeriden fethetmeye yönelik hileli bir taktiği tanımlamak istediğimizde, 3000 yıl öncesinin efsanevi olayına atıfla “Truva atı” benzetmesini kullanıyoruz. Bu, Troya Antik Kenti’nin mitolojik mirasının dilimizde yaşamaya devam ettiğinin en somut örneklerinden.

    Troya destanından dilimize geçmiş bir diğer meşhur ifade, “Aşil’in topuğu.” Efsaneye göre Aşil (Akhilleus), annesi tarafından küçüklüğünde ölümsüzlük nehrine daldırılmış, ancak annesi onu topuğundan tuttuğu için suya değmeyen tek yeri topuğu kalmış. Aşil, Troya Savaşı’nda yenilmez bir savaşçı olarak ün salmışken, sonunda Troyalı Paris’in attığı zehirli bir okla tam da bu topuğundan vurularak ölmüş. İşte bu mitolojik hikâye, günümüzde “Aşil’in topuğu” deyimini büyük güçlerin dahi zayıf bir noktası olabileceği anlamında kullanmamıza vesile olmuş. Aynı hikâyeden türeyen bir başka kullanım da tıpta yerini almış. İnsan anatomisinde baldır kaslarını topuk kemiğine bağlayan en güçlü tendon, bugün “Aşil tendonu” olarak adlandırılıyor. Yürümeyi, koşmayı ve zıplamayı mümkün kılan bu tendon, ismini Troya’nın kahramanından alıyor.

    Efsanedeki karakterlerin kaderleri de deyimlere yansımış. Bunlardan biri de Kassandra. Troya Kralı Priamos’un kızı olan prenses Kassandra, tanrı Apollon tarafından geleceği görme yeteneğiyle donatılmış fakat kendisi Apollon’un aşkını reddedince lanetlenmiş. Bu lanet yüzünden Kassandra’nın doğru kehanetlerine kimse inanmamış. Kassandra, Truva atı içindeki tehlikeyi önceden görüp halkını uyarmasına rağmen onu dinleyen çıkmamış ve felaketin önüne geçememiş. Günümüz psikoloji literatüründe “Kassandra kompleksi” olarak bilinen kavram, işte bu mitolojik hikâyeye dayanıyor. Bu kompleks, kişinin gelecekte yaşanacak olumsuzluklara ya da tehlikelere karşı başkalarını uyarmasına rağmen çevresindekileri ikna edememesi durumunu tanımlıyor.

    Bütün bunlar, Troya Antik Kenti’nin binlerce yıl sonra bile nasıl canlı bir biçimde aramızda olduğunun göstergeleri. Bir savaşı, bir hileyi veya bir kahramanı anlatmak istediğimizde, Troya’dan ödünç aldığımız sembollere başvuruyoruz. Bu yönüyle Troya, kültürel bir sözlük gibi gündelik hayatımızda yaşamayı sürdürüyor.


    Günümüzde Troya: Müzeden arkeoköye canlanan miras

    Troya Antik Kenti, 21. yüzyılda yalnızca tarih kitaplarında veya arkeoloji yayınlarında değil, aynı zamanda somut bir ziyaret deneyimi olarak da yaşamaya devam ediyor. 1998 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine alınan Troya Ören Yeri, Türkiye’nin en önemli kültürel değerlerinden biri. Yakın zamana dek alanda bulunan mütevazı bir müze ve açık hava kalıntıları, Troya’nın görkemini tam yansıtmakta yetersiz kalıyordu. Troya’nın UNESCO tescilinin 20. yılı olan 2018’de kapsamlı bir tanıtım kampanyası yapıldı, yıl boyunca konferanslar, sergiler, etkinlikler düzenlendi ve en önemlisi, uzun süredir yapımı planlanan Troya Müzesi nihayet kapılarını açtı. Troya Antik Kenti girişinde inşa edilen modern müze binası, Ekim 2018’de ziyarete açıldı. 3.000 metrekarelik sergi alanıyla Troya Müzesi, bölgedeki kazılardan çıkan eserlerin hakkını veren, dünyanın sayılı çağdaş arkeoloji müzelerinden biri hâline geldi. Müzenin koleksiyonunda, Tunç Çağı’ndan Bizans dönemine Troya ve çevresine ait sayısız buluntu sergileniyor: Dev boyutlu taş lahitler, heykeller, üzerinde Troya Savaşı sahneleri betimlenen sütunlar, antik yazıtlar, günlük yaşamdan seramik ve metal eşyalar, takılar, silahlar. Müze içinde ayrıca interaktif ekranlar, canlandırmalar ve dioramalarla Troya destanı ve kent katmanları görsel olarak anlatılıyor.  Müze bahçesinde ziyaretçileri dev bir “Truva Atı” heykeli karşılıyor, elbette gerçeği tarihte muamma olan bu atın ahşap bir yorumu. Çanakkale şehir merkezinde de 2004 yapımı Troy filminde kullanılan dev Truva atı maketi sergileniyor ve kordonun simgelerinden biri hâline gelmiş durumda.

    Troya Antik Kenti’nin günümüzdeki canlanmasında bir diğer yaratıcı adım, Troya ören yerine komşu Tevfikiye Köyü’nün bir arkeoköye dönüştürülmesi projesi. 2018 Troya Yılı kapsamında özel sektör ve yerel yönetim iş birliğiyle hayata geçirilen Tevfikiye arkeoköy projesi, köyü âdeta bir açık hava müzesine çevirdi. Troya Antik Kenti’ne en yakın yerleşim olan Tevfikiye, bölgenin tarihini ve mitolojisini yansıtan konseptlerle yeniden düzenlendi. Köy meydanına Troya kahramanlarının büstleri yerleştirildi. Duvarlar ve evler Troya temalı motiflerle boyandı, köy içerisinde mitolojik figürlerin heykelleri, ahşap Troya atı maketleri konuldu. Köyün mimarisi ve sokakları Troya döneminin atmosferini anımsatacak şekilde düzenlendi. Böylece Tevfikiye, ziyaretçilerin Troya Müzesi’ne giderken mola verip gezebilecekleri, organik ürünler ve el işi hediyelikler alabilecekleri, Troya ruhunu hissedebilecekleri bir yere dönüştü. Sonuç olarak Tevfikiye, Türkiye’de arkeolojik mirasın yerel toplumu da kucaklayacak biçimde değerlendirilmesine güzel bir örnek teşkil etti.

    Troya Antik Kenti, insanlığın kolektif kültüründe eşsiz bir yere sahip. Homeros’un diliyle ebedileşen bu kent, ziyaretçilerinin yüreğine dokunabilecek bir hikâye barındırıyor. Çünkü Troya’nın hikâyesi, insanlığın ortak hikâyesi; savaşın ve barışın, yıkımın ve umudun, efsanenin ve gerçeğin iç içe geçtiği bir insanlık destanı.

    *Blogumuzda yer alan bu yazının tarihi bazı güncellemelerden dolayı yeni görünüyor olabilir. Yazının içeriği yazarın kendi görüşünü yansıtmaktadır ve yazıda yer alan fiyat, ulaşım gibi bazı bilgilerin değişmiş olması mümkündür. Göz önünde bulundurmanızı rica ederiz.

    Bunlar da var!