Hafta sonunu bir Avrupa kentinde geçirmek isteyen Türk gezginler için Budapeşte çok ideal bir kent. Türk Hava Yolları’nın cumartesi günleri İstanbul’dan ilk uçuşu sabah 07.30’da kalkıp Budapeşte’ye 08.35’te vardığından tüm gün sizin oluyor. Pazar günkü dönüş uçuşumuz da saat 20.05’te olduğundan neredeyse 2 tam gün boyunca şehri gezme şansı yakaladık.
Çocuklarla yola çıktığımız için ilk defa bir Avrupa gezimizde transfer hizmeti ve rehber ayarlamıştık. Bir saat de olsa çocukların uykularını aldığı keyifli bir yolculuğun ardından Budapeşte’ye indik. Havalimanında bizi kimse karşılamayınca unutulmuş olduğumuzu düşünerek biraz üzülsek de turumuzun otelden başlayacağı bilgisini alınca rahatladık ve taksiye binerek otelimize ulaştık.
Otelimiz Tuna Nehri’nin yanı başındaki Millenium Court Apart Hotel idi. Çocukları ile seyahat edenler için şiddetle tavsiye edebileceğim bir otel, zira bizler gibi ailelere 2 yatak odalı daireler tahsis ediyorlar. Ayrıca merkezi konumu da büyük avantaj sağlıyor.
Odamıza yerleşir yerleşmez, bizi Aralık ayı soğuğundan korumasını umduğumuz atkı/bere/eldiven takviyelerimizi de almayı unutmadan, bizi bekleyen rehberimiz ile buluşmak üzere lobiye indik. Tanışma faslının ardından rehberimiz Murat ile turumuza başladık.

İlk gezinti noktamız Budapeşte’nin ünlü caddesi Vaci Utca oldu. Bu cadde tamamen yayalar için tasarlanmış; yolun sağlı sollu her yerinde hediyelik eşya dükkanları bulmak mümkün. Yolda yürürken ilk bilgilerimizi almaya başlamıştık bile.
Tuna Nehri’nin ikiye ayırdığı Budapeşte’nin Buda yakasında (nispeten daha tepelik bir alan) şehrin kalesi var, bu tarafta gezmek adeta insana eski çağları hissettiriyor. Peşte tarafı ise daha düzlük bir alan, orası da daha çok şehrin modern yüzünü görmek için geziliyormuş.
Vaci Utca üzerinde yürürken karşımıza kocaman, tren istasyonu görünümlü eski bir yapı çıktı; meğer burası 3 kattan oluşan içerisinde yemekten markete, giyecekten hediyelik eşyaya her türlü şeyi bulabileceğiniz bir nevi kapalı pazar yeriymiş.
Burayı, içeride daha fazla vakit geçirmek ve alışveriş yapmak adına ertesi günkü planımıza alıp açlığımızı gidermek ve biraz da olsa ısınmak üzere “bardakta çorba”sı ile ünlü küçücük bir dükkana girdik. Ellerimizdeki sıcak çorbaları içerek bizi Kahramanlar Meydanı, Gellert Tepesi, Balıkçılar Barınağı ve Zincirli Köprü’ye götürecek minibüsümüze doğru yürümeye devam ettik.
İlk durağımız olan Kahramanlar Meydanı’na ulaşınca, öncelikle Asyalı heykeller dikkatimizi çekti. Meydandaki 7 Asyalı heykel, Macarların 7 Uygur kavminin bir araya gelmesi ile oluştuğunu simgeliyormuş. Meydanda ayrıca Macar tarihi için önemli olarak kabul edilen kral ve komutanların heykelleri de bulunuyordu. Rehberimizden öğrendiğimize göre o ünlü komutanlardan bir tanesi de Hunyadi Janoş imiş. Hunyadi Janoş, Osmanlı kuşatmasına karşı çok iyi bir savunma direnişi göstermesi ile tanınan ünlü Macar Kralı’ymış. En son savunma zaferi kazanıldığında saat gece yarısını (00.00) gösteriyormuş. Bu zafer nedeni ile ülkedeki tüm kilise çanlarının çalınması emredilmiş. O zamandan günümüze her gün gece yarısı olduğunda çanlar çalınmaya devam etmiş. Bu nedenle eğer Budapeşte’ye gelir ve bir gece yarısı ansızın çanların çaldığını duyarsanız sakın meraklanmayın; çanlar bizim için çalıyor. 🙂

Bu meydana neden “Kahramanlar Meydanı” denildiğini merak edince, rehberimiz 1956 yılında Ruslara karşı ayaklandığı için 2 gün içinde öldürülen 17 bin Macar genciyle ilgili hüzünlü bir hikaye anlattı. Rus işgaline karşı halkın direncini kırmayı amaçlayan Rus ordusu, tüm evlerden topladığı 17 bin Macar gencini iki gün içinde öldürerek amacına ulaşmış ve bu olay sadece Avrupa’nın değil, dünyanın en kanlı katliamlarından biri olarak tarihin sayfalarında yerini almış.
Meydanda ayrıca 7 Uygur kavmini simgeleyen anıtın en üstündeki “çift haç” dikkatimizi çekti. Öğrendik ki; MS 1000 yılında Macarlar Hıristiyanlığı kabul ettiklerinde Macar Kralı o zamanki papaya Macaristan’ın dini liderini de kendisinin seçmek istediğini söylemiş ve papa buna onay vermiş. İşte o çift haç hem krallığı hem de dini liderliği temsil ediyormuş.
Tüm bu bilgiler ışığında güneşli görülen ama aslında buuzzzz gibi olan havaya kesinlikle aldanmamak gerektiğini bu meydanda fotoğraf çekmek için ellerimizdeki eldivenleri çıkardığımız anda öğrendik. 🙂 Soğuk yüzünden birkaç fotoğraf karesi çektikten sonra bizi bekleyen sıcak minibüsümüze doğru koşarak meydandan uzaklaştık.
Meydanın arkasında kocaman bir park ve hayvanat bahçesi de mevcut. Çocukları ile Budapeşte’ye seyahat edenler hayvanat bahçesini de ziyaret edebilir. Biz bu şansa sahip olamadık, çünkü soğuk hava nedeniyle hayvanların çoğunlukla barınaklarında tutuldukları bilgisini aldık. Aynı çevrede minibüsle yol alırken “Avrupa’nın en büyük açık buz pisti”ni de görme şansını yakaladık. O an itibari ile henüz dondurma çalışmaları devam ediyor olduğundan kullanıma açık değildi. Bu yüzden sadece uzaktan görüp yolumuza devam ettik. Yaz aylarında bu buz pisti ufak tekneler ile gezmek için kullanılıyormuş.
Minibüsle yol almaya devam ederken Budapeşte’deki binalar ile ilgili bize enteresan gelen şu bilgiyi öğrendik: Eski zamanlarda yapılan binaların ilk katları balkonluymuş ve ilk katlar tek bir aileye aitmiş; ikinci kat aileye gelen misafirlere, üçüncü kat kiraya, en son kat ise aile için çalışanlara verilirmiş. Düşünsenize; bize göre aslında en manzaralı ve değerli olan en üst kat çalışanlarınmış. Tabi o zamanlarda asansör olmadığı düşünüldüğünde çalışanların sürekli olarak bir aşağı bir yukarı çıkıp inmesi gerçekten eziyetmiş. 🙂

Oktagon Meydanı adı verilen bir meydandan geçerek yolumuza devam ediyorduk ki bu meydanın en büyük özelliğinin meydanı çevreleyen binaların bir sekizgeni oluşturacak şekilde dizilişi olduğunu öğrendik.
Yolumuzun üzerindeki Zincirli Köprü’yü ve köprü mimarının hüzünlü hikayesini dinledik. 380m uzunluğundaki köprünün İngiliz mimarı William Tierney Clark, köprünün yapımında herhangi bir hatası olursa intihar edeceğini söylemiş. Köprü ana hatlarıyla hatasız bir şekilde tamamlanmış. Ancak, açılış günü ufak bir çocuğun giriş noktalarında bulunan aslan heykellerinin dili olmadığını söylemesi üzerine hatasını fark eden heykeltıraş, Mimar Clark’ın verdiği sözün ağırlığına dayanamayarak intihar etmiş.
Hüzünlü hikayelere Balıkçı Tabyası’nın bulunduğu tepede o anlık son verdik. Burası, Budapeşte’nin en büyük yapısı olan Parlamento Binası’nın tüm ihtişamı ile görülebildiği bir nokta. Rehberimizden edindiğimiz bilgilere göre Budapeşte Parlamento Binası; Almanya ve İngiltere Parlamento binalarından sonra Avrupa’nın en büyük üçüncü parlamento binasıymış. Doksan altı metre yüksekliğe sahip bina o kadar büyük ki içine 5 katlı 50 apartman sığabileceği söyleniyor. Binanın ihtişamına hürmeten Budapeşte’de 96 metreden daha yüksek herhangi bir yapı bulunmuyor ve yapılmıyormuş.
Kale Tepesi olarak adlandırılan bu tepede Macarların en tanınan krallarından Matthias’ın isminin verildiği Matthias Kilisesi de bulunuyor. Kilise Osmanlı döneminde cami olarak kullanılmış.
Gezimize Gellert Tepesi ile devam ettik. Burası yeşillikler içinde Tuna Nehri’ne bakan muhteşem bir tepe. Veee burada da bir hüzünlü hikaye karşımıza çıktı; rivayete göre bu tepe adını, Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyen paganların, Piskopos Gellért’i bir varil içerisinde tepeden yuvarlayıp öldürmesi ile almış. Tepenin eteklerinde Gellért’in bir anıtı bulunuyor. Burada rehberimizin tavsiyesine uyarak hemen şu pozu verip sosyal medyada paylaştık (Demir ailesi Tuna seyrinde:)).

Havanın kararması ve soğuması üzerine ilk gün turumuza otele varışımız ile nokta koyduk. Otelde güzel bir dinlenmenin ardından akşam yemeği yemek ve ünlü Noel pazarını gezmek üzere kendimizi tekrar Vaci Caddesi’ne atıverdik.
Vaci Utca’da birçok hediyelik eşya dükkanı ve şık mağazalar arasında yürüyüp pazara vardık. Oldukça kalabalık olması nedeni ile çocuklarımızın ellerini sıkı sıkı tutarak etrafta dolaşıp hediyelik birkaç ürün aldıktan sonra karnımızı doyurmak üzere çocukların tercihi doğrultusunda bir restorana girdik. Yemeğin ve pazarda gezintinin ardından artık çocuklar için uyku vaktinin geliyor olması nedeni ile otele doğru ilerlerken bir baktık kömür ateşinde enteresan bir şey pişiriyorlar, kokusu muhteşem. Adını yazamayacağım ama tadı harika, biz çikolatalı olanını tercih ettik, eğer giderseniz sizin de denemenizi öneririm.
Budapeşte’deki ikinci günümüze harika bir uyku ve kahvaltının ardından, yine sıkıca giyinip kendimizi dışarı atarak başladık. Vaci Utca sonunda bir gün önce gördüğümüz o tren garına benzeyen üç katlı markete doğru yürüdük. Market harika bir yer; daha önce Budapeşte’yi ziyaret edenlerin tavsiyeleri üzerine acı biber/salça ve yine birkaç parça hediyelik eşya alıp yürüyüşe devam ettik.
Elizabeth Köprüsü üzerinde biraz yürüyüp Tuna’yı bir güzel seyredelim dedik ama hava o kadar soğuktu ki sadece birkaç kare fotoğraf çekip Vaci Utca üzerinde yürümeye devam ettik. Karşımıza çıkan ufak bir parkta çocuklar eğlendi, biz de onları seyrederek keyif aldık.
Yolumuz üzerindeki Icebar adında küçük bir mekan çocukların ilgisini çekti. Meğer burası daha çok çocuklara göre ufak bir eğlence alanıymış. 🙂 Hal böyle olunca içeri girmeden edemedik elbette. İçeri giriş 8 Euro (6 yaş altı ücretsiz), girmeden önce çocukların montlarının üzerine soğuktan koruyucu bir de panço giydiriyorlar. Çıkışta bizimkilerin ağızları kulaklarındaydı, söylediklerine göre içeride her şey ama her şey buzdan yapılmış. 🙂
Budapeşte’deki ikinci günümüz oldukça sakin geçti, daha çok sokak aralarında dolaşıp soğuk hissettiğimiz an kendimizi bir kafeye atıp neredeyse akşamı bulduk. Son durağımız ise oy birliği ile verdiğimiz karar sonucu Hardrock Cafe oldu tabii. 🙂 Burada nefis mi nefis kocaman bir burger eşliğinde çocuklarımız ile yarışırcasına yediğimiz patates kızartmalarının ardından bizi havaalanına götürmek üzere bekleyen minibüsümüze binip Tuna Nehri’nin ikiye ayırdığı bu muhteşem şehre veda ettik.