More

    Dünya üzerindeki cennet: Dubrovnik

    İrlandalı ünlü yazar George Bernard Shaw 1929 yılında Dubrovnik’e yaptığı ziyaret sonrası “Dünya üzerindeki cenneti görmek istiyorsanız Dubrovnik’e gelmelisiniz” demiş. Ben de İrlandalı yazarın bu iddialı sözünde ve birçok gezi yazısında hakkında güzel ve övgülü sözlerle bahsedilen Dubrovnik’i, Dalmaçya kıyılarına yapacağım geziye bir başka durak olarak ekliyorum. Zagreb’ten başladığım gezimde ikinci durak Dubrovnik. Sonrasında karayolu ile Kotor, Budva ve Saraybosna’yı ziyaret ediyorum.

    Umut Aydoğan (İstasyon Şefi)
    Umut Aydoğan (İstasyon Şefi)
    Ben Umut Aydoğan, 1975 yılında İstanbul'da dünyaya geldim. Türk Hava Yolları ile tanışmam ile birlikte gezmek ve yeni coğrafyalar keşfetmek hayat tarzıma dönüştü. Bir fotoğrafçının gözünden Dünya'yı başka insanlara göstermek için en ufak fırsatta bile kendini yollara atmaya hazır bir gezgin oldum. Gastronomi aşığı ve yerel kültürlere ilgi duyan bir kişiyim.

    Zagreb’den bindiğimiz uçak Dubrovnik için alçalmaya başladığında muhteşem doğa manzarası beni etkisi altına almayı başarıyor. Havalimanından çıkar çıkmaz bir taksiyle şehir merkezine doğru yola çıkıyorum.

    Dubrovnik birkaç bölgeden oluşan bir yerleşime sahip ancak turistlerin ana merkezi “Stari Grad” denilen Eski Şehir (Old Town). Burası surlarla çevrili, Ortaçağ havasını soluyabileceğiniz, kırmızı kiremitli yapılarla dolu bir yer. Dubrovnik’te Avrupa’nın diğer tarihi şehirlerindeki gibi çeşitli tarihi yapı ve anıtlarla dolu bir Old Town görmeyi beklemeyin; yanlış beklentilerle şehre gelmeniz buradan hayal kırıklığı ile ayrılmanıza sebep olabilir.

    Surlarla çevrili Stari Grad’a sadece Pile, Ploce, Peskarija ve Ponta olarak adlandırılmış 4 kapıdan giriş yapılabiliyor. Biz de ana giriş sayılan Pile Kapısı’ndan geçerek giriyoruz eski şehre… Kapıda bizi kapıyı koruyan Ortaçağ kıyafetli 2 asker karşılıyor. Askerlerin kostümleri sayesinde turistlerin fotoğraf çektirmek için durduğu noktalardan biri oluyor Pile Kapısı.

    Yavaş yavaş içeri bölüme ilerlerken dikkatimizi bir çeşme çekiyor:  Onofrio Çeşmesi (Onofrio Fountain). On beşinci yüzyılın ortalarında yapılan bu çeşme, yaklaşık 12 km uzaklıktaki Dubrovnik Irmağı’ndan şehir merkezine kullanılabilir temiz su getirmek amacıyla inşa edilmiş. Anlatılanlara göre; Avrupa’da veba hastalığının yaygınlaştığı dönemlerde Dubrovnik şehrine girenlerden bu çeşmede soğuk su ile yıkanması istenirmiş. Çeşme 16 kenardan oluşuyor ve her bir yüzünde su çıkışının bulunduğu bir rölyef (kabartma) bulunuyor.

    Onofrio Çeşmesi’ni geçtikten sonra karşımıza Franciscan Manastırı  (Franciscan Monastery) çıkıyor. 1317 yılında yapımına başlanan manastır yıllar süren çalışmalar sonunda tamamlanmış ancak 1667’deki büyük depremden kendisine düşen payı alarak hasar görmüş ve 17. yüzyılda restore edilmiş. Manastır; 20.000’den fazla kitap ve 1200’den fazla paha biçilmez el yazması ile dünyanın sayılı koleksiyonlarından birini barındıran, Hırvatistan’ın en büyük kütüphanelerinden birine ev sahipliği yapıyor. Manastırın en ilgi çeken diğer bir bölümü de, alt katında yer alan eczane. Manastırın Fransisken üyelerinin hastalık durumunda tedavilerini sağlamak amacıyla manastırla birlikte 14. yüzyılda yapımına karar verilen eczane, halka açık bir düzende inşa edilmiş, hasta rahip ve keşişlere de hizmet vererek manastıra maddi kaynak oluşturmuş. 1938 yılında müzeye dönüştürülen bu eczane dünyanın halen çalışan en eski 3. eczanesi olma özelliğine de sahip. 

    Manastırdan ayrıldıktan sonra eski şehri bir uçtan bir uca kat eden, yaklaşık 300mt uzunluğundaki Stradun Caddesi’ne (Stradun/Placa Street) kendimizi bırakıyoruz. Onofrio Çeşmesi’nden Saat Kulesi’ne kadar uzanan cadde eski şehrin merkezi olarak sayılıyor; çeşitli mağazalar, bankalar, kafeler ve restoranlara ev sahipliği yapıyor. Özellikle akşam hava karardıktan sonra tüm restoranlar akşam yemeği için dolmaya başlıyor ve caddeye açılan sokaklardaki kafelerden canlı müzik sesleri yükselerek Stradun Caddesi’ne ulaşıyor. Stradun Caddesi’ne “Placa” da deniyor. Cadde adını Venediklilerin kullandığı “büyük sokak” anlamına gelen “stradun” kelimesinden ve Yunanca ve Latincede “cadde” anlamındaki “Platea” (günümüzde Placa olarak kullanılmaktadır) kelimelerinden almış. Eski şehrin en geniş caddesi olan Stradun, eski zamanlarda Yunanlar ve Romalılar arasında takas ve ticaretin yapıldığı bir alan görevi görmekteymiş, 1667 yılında yaşanan ve büyük yıkımlara yol açan deprem sonrasındaki çalışmalarda bugünkü görünümüne ulaşmış.

    Bu güzel ve yoğun caddeyi arşınlayarak Saat Kulesi’ne ve hemen önündeki meydanda yer alan Orlando Sütunu’na (Orlando Column) ulaşıyoruz. Üzerinde antik bir şövalyenin kazındığı bu sütun, isminde de geçen Orlanda adındaki şövalye için dikilmiş. Söylenceye göre Orlando, Sacaren’lerin* 15 ay süren kuşatmasına karşı ordusuyla direnerek şehri kurtarmış. Bu ne kadar şehir efsanesi olsa da, şehrin bağımsızlığını ve özgürlüğünü vurguladığı için anıtlaştırılmıştır.

    Sonraki durağımız Çan Kulesi (Bell Tower) oluyor. Orijinal çan kulesi 1444 yılında Stradun Caddesi’ni ortalayacak şekilde inşa edilmiş. Neden ‘orijinal’ dediğimi açıklamak gerekirse; 1667 yılında şehri vuran deprem sonrasında çan kulesi, Pisa Kulesi gibi yan yatmaya başlamış. Bir müddet sonra tehlike oluşturduğu düşünülen bu durum nedeniyle, orjinaline bağlı kalınarak kule 1929 yılında yeniden inşa edilmiş.  İlk inşa edildiğinde çanı çalan iki figür ahşaptan yapılmış ancak zaman içinde bu figürler bronz olanlarla değiştirilmiş. Dubrovnik halkı tarafından Maro ve Baro olarak adlandırılan bu iki bronz figür zaman içinde Adriyatik’in tuzlu havası nedeniyle yeşilleşmişler. Bundan dolayı yerel halk bu figürlere “Zelenci” yani “yeşil adam” lakabını takmış! Kulede kullanılan çan 1509 yılında yenisi ile değiştirilmiş ve halen aynı çan kullanılmaktadır. Söylenene göre çan kulesindeki saati 100 yıldır aynı aile tamir etmektedir ve bu kuşaktan kuşağa geçen bir gelenek olmuştur.

    Şehrin bir ucundan bir ucuna denize kadar kat ettikten sonra limanda oturarak biraz nefesleniyoruz, çünkü bir sonraki durağımız eski şehri surların üstünden turlamak olacak!

    Dubrovnik Limanı gerçekten muhteşem bir Adriyatik görüntüsü sunuyor, liman çevresinde yer alan restroran ya da kafelerde güzel bir mola vererek bu manzaranın tadına varmak gerçekten insanı dinlendiriyor.

    Eski Şehir Surları yaklaşık 1,5 metre kalınlığında ve 1940 metre uzunluğunda, hiçbir kesinti olmadan şehri çevreliyor. Surlara çıkmak için ana girişin ordaki çıkışı kullanıyoruz ve biletimizi kuyruk çilesine katlanmamak için eski şehre girmeden hemen önce yer alan büfelerden alıyoruz. Surlara tırmanarak uzun ama keyifli yüryüşümüze başlıyoruz. Önemli bir uyarı: Surlarda sizi Dubrovnik’in yakan güneşinden koruyacak pek bir şey olmadığından, güneşin tam etkin olmadığı sabah ya da akşamüstü saatlerinde bu geziyi yapmanızı tavsiye ediyorum. Ayrıca sırt çantanızda mutlaka su ve yanınızda güneşten korunmak için bir şapka bulundurun.

    Dubrovnik surlarından görünümü, kara ve deniz tarafı olarak ikiye ayırabiliriz. Kara tarafında göreceğiniz dağlar ve evler sizi ne kadar etkilerse, emin olun, deniz tarafında karşılacağınız manzara sizi hayran bırakacaktır. Binaların kırmızı çatıları, aşağıda gezen insan güruhları, uçsuz bucaksız Adriyatik manzarası… Gerçekten bu şehri tepeden görerek gezmek başka bir yerde yaşayamacağımız bir tecrübe sunuyor bize.

    Surlardaki bu güzel geziden sonra eski şehir içinde yer alan Blaise Katedrali ve Sponza Sarayı gibi diğer eski yapıları da ziyaret ederek gezinize başka hatıralar katabilirsiniz.

    Eski şehir ve yakın çevresinde denize girmek kayalıklar nedeniyle biraz zahmetli ancak yakın çevrede çeşitli sahillerde Adriyatik Denizi’nde yüzme keyfine zahmetsiz olarak varabilirsiniz. Ayrıca günlük tekne turlarıyla çevre adalara ve Karadağ’a giderek bu doğal güzelliklerinde tadını çıkartabilirsiniz.

    Dubrovnik’ten çeşitli hatıra eşyaları alınabilir ancak bunu dışında alışveriş için bulabileceğiniz çok fazla bir çeşitlilik yok. Ancak bol bol öğün geçirmeden yemek yemenizi tavsiye edeceğim! Kilo almaktan korkmayın. 🙂 Menülerde göreceğiniz çeşitli deniz ürünleriyle hazırlanmış yemekleri yemek için kendinizi zaten tutamayacaksınız! Benim favorim midyeli risotto, deniz ürünleriyle hazırlanmış pizza ve tabi ki bir tencere dolusu Brüksel midyesi !!

    Dubrovnik Akdeniz iklimine sahip olduğundan yüksek sezonu haziran-eylül arası; sahil şehri olduğundan kış ve sonbahar aylarında gitmenizi tavsiye etmiyorum.

    Konaklama için çok çeşitli seçenekler karşınıza çıkacak, 5 yıldızlı otellerden tutun evlerinin odalarını kiralayan yerel halka kadar kesenize uygun birçok seçenek bulacaksınız. 

    Dubrovnik’in tarihi dokusuna beni yeniden döndüren ve bu yazımda bana eşlik eden Andrea Bocelli ve Akdeniz kokan albümü “Cieli Di Toscana” oldu.

    Bir başka yazıda görüşmek üzere…

    *Blogumuzda yer alan bu yazının tarihi bazı güncellemelerden dolayı yeni görünüyor olabilir. Yazının içeriği yazarın kendi görüşünü yansıtmaktadır ve yazıda yer alan fiyat, ulaşım gibi bazı bilgilerin değişmiş olması mümkündür. Göz önünde bulundurmanızı rica ederiz.

    Bunlar da var!