Bir telaş ki New York’ta sormayın gitsin. “Uyumayan şehir” (City never sleeps) diyorlar ya hani, yetmez bence; durmayan, susmayan, doymayan… şehir, burası. Baş döndürürüyor telaşı.
Sabah erken saatlerde başlayan heyecan, ben o saatte uyandığım için gözüme yeni başlıyormuş gibi görünmüş herhalde; zira anladım ki ne bitmek biliyor bu şehirde hayat, ne başlamak haliyle.
New York ve diğerleri diye ikiye ayırmak lazım Amerika’yı. Amerika’da yaşayan bir arkadaşı ziyarete giden babası, birçok eyaleti gezdikten sonra New York’u görünce; “Bu şehri görmesem Amerika’yı hep tarla bahçe zannedecektim yahu, Amerika bu olsa gerek” demiş! Böyle bir yer New York; “İşte Amerika” dedirtiyor insana.
Başını havaya kaldırınca, gökyüzü görünmüyor adeta gökdelenlerden. Eriyor insan New York’ta, hiçliğini hatırlıyor. Kim kime, dum duma hayat burada.
Bir yanda takım elbisesinin altına giydiği spor ayakkabılarıyla işe yetişmeye çalışan insanlar, diğer yanda umurumda mı yalan dünya dercesine gözlerinize bakan berduşlar. Ama enteresan olan hepsinin elinde birer kahve. Garip geliyor gözüme.
Starbucks neredeyse her köşe başında ve hemen her elde. Kapitalizmin ürettiği tek tiplik mi, yoksa başarılı ürünün doğal bir sonucu mu bu? Kestiremiyorum açıkçası.
Berduş demişken, bazıları sadece tecrübe, Amerikan tabiriyle “experience” için yaşıyor bu hayatı bir süreliğine, hem de gayet zengin oldukları halde. Onun için elim gitmiyor cebime, izliyorum sadece.
Biz Times Meydanı’nda bir otelde kaldık, böylece buranın gündüzü kadar gecesinin de tadına vardık. 1904’te The New York Times gazetesinin genel merkezinin buraya taşınmasından sonra Times Square ismini almış ünlü meydan.

Times Square gecenin nevrini döndürüyor adeta. Devasa reklam panoları gündüz gibi aydınlatıyor etrafı. Akıl almaz bir kalabalık var bu meydanda her an. Ne bir manzara, ne bir huzur var burada ama insanlar oluk oluk akmakta. Aynı anda kaç dil duyduğumu hatırlamıyorum bile, belki 8, belki 10, belki daha da fazla.
Meydanı izlemek için koyulmuş merdivenlere oturup yorgunluğumuzu atmaya çalışıyoruz biz de ama ne mümkün bu harekette. Dünyanın özeti burada sanki. Evet evet, özet geçiyor sanki bana dünya; insanların renklerini, dillerini, biçimlerini… Bir film şeridi sanki.
Şu meşhur Broadway tiyatroları da yine burada. Vaktiniz varsa izleyin mutlaka. İyi İngilizce bilmeniz şart değil, havaya girmek için akışa bırakmanız yeterli kendinizi.
Alışveriş gibi bir tutkunuz ve cebinizde de paranız varsa meşhur 5. Cadde (5th Avenue) de burada yer almakta. Biz alışverişi outletlerden yaptık. Yeri gelmişken bahsetmekte fayda var. Amerika alışveriş için gerçekten ideal bir yer. Kaliteli markaların neredeyse tamamını çok uygun fiyatlara almak mümkün. Onun için Amerika seyahatinizde mutlaka yanınızda boş bir valiz bulundurun derim. Ama bunun için biraz yol gidip outletleri bulmak lazım.
Beşinci Cadde’nin 40. Cadde ile kesiştiği yerde bulunan, 53 milyonluk koleksiyonuyla dünyanın en büyük kütüphaneleri arasında gösterilen -Amerika’nın ikinci, dünyanın üçüncü büyük kütüphanesi- New York Halk Kütüphanesi de yine görülecekler arasında yer almakta.
Rockefeller Center isimli gökdelen de 5. Cadde’nin üstünde. Buranın 80. katından şehri izlemek mümkün. 80 katı saniyeler içinde çıkıyorsunuz ve şehir ayaklarınızın altında. Şehrin önemli gözlem noktalarından bir diğeri olan Empire State Binası’na göre daha geniş bir açı sunduğundan, biz şehri Rockefeller Center’den izlemeyi tercih ettik.

Bu şehirde bir iki yer dışında, gezip görülecek tarihi mekan aramayın boşuna. New York’un, hatta ülkenin tarihi malum…
On beşinci yüzyıla kadar sadece Kızılderililer varmış bu topraklarda. Sonra ise beyaz adam ulaşmış bölgeye. Buraya ilk gelen koloniciler Hollandalılar olmuş ve 1615 yılında New Amsterdam koymuşlar adını. Bölge daha sonra İngiliz kolonilerinin eline geçmiş ve kentin adı 1664 yılında New York olarak değiştirilmiş. O günden bugüne kadar acılarla, hırslarla yoğrula yoğrula büyümüş New York, kalabalıklaşmış ve Amerika’nın “melting pot” (eritme potası) tanımının en iyi örneklerinden biri olmuş.
New York’ta bir katedral vardı aklımda kalan; St. Patricks Cathedral. Gökdelenlerin arasında sıkışıp kalmış o da. Rockefeller Center’in karşısında yer almakta.
Ve Carnegie Hall. Dünyanın en ünlü konser salonu. Bir sanatçı burada konser verebiliyorsa “olmuştur” bir manada. Sezen Aksu, Sertab Erener, Fazıl Say, Cihat Aşkın, Burcu Göker, Hüsnü Şenlendirici burada konser veren Türk sanatçılar.
Şehrin en önemli sembollerinden olan Özgürlük Heykeli var sırada. Amerika’nın kuruluşunun 100. yıldönümü nedeniyle Fransızlar tarafından verilmiş bir hediye bu anıt aslında. Ama Osmanlı’ya kadar uzanıyor öyküsü. Yedi kıtayı simgeleyen 7 dikenli taç bulunmakta anıtın başında ve bir kitabe elinde, bağımsızlık günü olan 4 Temmuz’un yazılı olduğu. Özgürlük Anıtı “Liberty Island” isimli adada yer alıyor.
Hemen yakınındaki Ellis Adası 1950 yılına kadar yaklaşık 12 milyon göçmenin umuda yolculuğunun geçiş kapısı, belki de gözyaşının adası olmuş. Kayıtlara göre 200.000 Osmanlı vatandaşı da 1900’lü yıllarda bu kapıdan geçmiş umut yolunda Amerika’ya. Şimdilerde adada Göçmen Müzesi hizmet veriyor.

New York City; New Jersey, Staten Island, Brooklyn, Bronx, Queens ve Manhattan bölgelerinden oluşuyor ama genelde New York denince akla gelen ilk bölge Manhattan oluyor. Aslında bir ada olan Manhattan da başlıca 3 bölümden oluşuyor: Adanın üst kısmı Uptown (Central Park ve yukarısı), ortası Midtown (Central Park ile SoHo arasındaki bölüm) ve alt kısmı Downtown (Soho’dan Battery Park’a kadar olan alt kısım).
Biz her sabah Manhattan’da Güllüoğlu’nda halis muhlis Türk kahvaltısı yaptık. Evet evet yanlış duymadınız, Manhattan’da bir şubesi var ve biz her başımız sıkıştığında orada aldık soluğu. Zira Amerika’da ağız tadımıza göre ekmek bulmak neredeyse imkansız. Peynir çeşitleri de aynı şekilde sıkıntılı. Sizin için de iyi bir alternatif olabilir.
Manhattan’ın ortasında yer alan Central Park tek kelimeyle inanılmaz. Çölde su bulmak gibi bir şey. Başdöndürücü New York’un tam kalbine inmiş bir huzur gibi. Göz alabildiğine yeşillik, göller, hayvanlar ve daha birçok şey var burada. Eğer vaktiniz varsa en az yarım gün ayırmanızı ve bisikletle gezmenizi öneririm Central Park’ta. Hatta New York gezinizin en son gününe bırakıp bütün yorgunluğunuzu atarak eve dönmek de iyi bir seçenek olabilir.
Hemen parkın yanıbaşında Metropolitan Müzesi yer almakta. Sanat tutkunları için iyi bir seçenek olabilir.
Manhattan adasının en güneyi ise dünyanın finans merkezi (Financial District). Ve New York Borsası’nın da bulunduğu meşhur Wall Street işte bu bölgede yer almakta. Adını, bölgeye saldırması beklenen İngilizler’e karşı Hollandalılar tarafından inşa edilen duvarın 1699 yılında yıkılmasından sonra açılan sokaktan almış. Hemen önünde ise borsanın bereketini simgeleyen boğa heykeli bulunmakta.
Ve 11 Eylül 2001. Amerika’nın hüzünlü sonbaharının adı. Saldırı sonrasında yıkılan İkiz Kuleler’in bulunduğu yere, birer anıt park inşa edilmiş ve saldırıda hayatını kaybedenlerin isimleri yazılmış. Öylesine kaptırmışız ki kendimizi dünyaya, hiç ölmeyecek gibi bir koşturmaca var her anımızda. Böyle olaylarla anlıyor insan belki de. Üstadın sözleri geliyor o an aklıma: “Yağız atlı süvari koştur atını koştur, Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları”. Söylenmedik cümlenin hasreti dudağında yitmiş nice insan… Dünyanın bir daha böyle alçak bir saldırı görmemesi duasıyla ayrılıyoruz oradan.
New York’un en önemli sembollerinden biri de Brooklyn Köprüsü. New York’un 5 bölgesinden en önemli ikisini, yani Brooklyn ile Manhattan’ı birbirine bağlayan bu köprü hem araç hem de yaya trafiğine açık. Ayrıca bir de bisiklet şeridi var. Boğaz Köprüsü’nden bisikletle geçildiğini hayal ettim bir an, ne güzel olurdu… Bu hayale Brooklyn Köprüsü’nü bisikletle geçerek yaklaşabilirsiniz belki.

Harlem, China Town ve Little Italy… O potada erimekle erimemek arasında kalmış üç farklı yaşamı anlatıyor buralar.
Afrika kökenli sakinleri ile özdeşleşmiş olan Harlem ismine filmlerden aşinasınızdır muhtemelen. Hani şu korku senaryoları yazılan, aman dikkat uyarılarıyla özdeşleşen. Ben bu tür söylemlerde hep bilinçli bir mübalağa olduğuna inanmışımdır. Gezdiğim hemen her yerde de bu hissimi ve fikrimi doğruladım. Harlem’de de öyle. Orada da aileler geziyor, sevimli mi sevimli çocuklar size gülümsüyor… Tek fark siyahi olmaları. Malum çok değil bundan 50 yıl önce Amerika’da ırkçılık yasayla destekleniyordu. Belki bu korku söylemleri de hazmedilememiş bütünleşmelerin bir sonucudur kim bilir!
Bir rüya mı New York yoksa bir uyanış mı bilinmez ama sonsuza kadar kalacak gibi akılda…
Ve kimini vedanın hüznü sarar ayrılırken New York’tan, kimini kaçışın şükrü…
Çok şükür ki vardık vatana, darısı dönüş yolu gözleyen herkesin başına… 🙂